Peygamber
Efendimizin Medine'ye Hicreti
Medine’ye Hicretin Başlaması
Peygamber Efendimiz ile Medineli Müslümanlar arasında cereyan
eden Akabe bîatları ve yapılan anlaşmalar, Müslümanlar önünde
yep yeni emniyetli bir saha açıyordu. İnançlarını burada
serbestçe söyleyebilecek, ibâdetlerini serbestçe ifa edebilecek,
dinlerini korkmadan ve çekinmeden yayabileceklerdi. Çünkü,
Medine’nin iki güçlü kabilesi olan Evs ve Hazreç onlara
kucaklarını açmış, her hal u kârda kendilerini koruyacaklarına
ve yardımlarını esirgemeyeceklerine dâir vaadde bulunmuşlardı.
İslâm güneşinin Medine’de bütün haşmetiyle parlayacağı şimdiden
gözüküyor gibiydi.
Müşrikler, Müslümanların bu emniyetli yere göç edeceklerinden
endişe duyarken, Resûl-i Ekrem, hızla İslâmlaşan bu yeni yurdun
bir an evvel İslâm merkezi haline gelmesi için her türlü gayreti
gösteriyordu.
Mekke’de oldukça nazik bir devre yaşanıyordu. Hz. Resûlullahın
Medinelilerle anlaşma akdettiğini duyan müşrikler, Müslümanlara
karşı olan zulüm ve işkencelerini daha da arttırdılar. Mesele,
âdeta bir ölüm kalım meselesi haline gelmişti.
Mekke’de hayat, onlar için bir azab; içilen su, teneffüs edilen
hava, sanki yakıcı bir ateş olmuştu.
Müslümanlar bu sıkıntılı ve acı durumlarını Peygamber Efendimize
arzettiler ve hicret için izin istediler. Resûl-i Ekrem, ilk
önce, kendisine böyle bir müsâadenin henüz verilmemiş olduğunu
belirtti. Ancak, bu açıklamasının üzerinden daha bir kaç gün
geçmişti ki, sevinç içinde hicret müsâadesinin verildiğini
Müslümanlara şöyle bildirdi:
“Sizin hicret edeceğiniz yurdun, iki kara taşlık arasında
hurmalık bir şehir olduğu bana gösterildi ve bildirildi.
Mekke’den ayrılmak isteyen oraya gitsin. Medineli Müslüman
kardeşleri ile birleşsin. Yüce Allah, onları size kardeş yaptı
ve Medine’yi size emniyet ve huzur bulacağınız bir yurt kıldı.”1
Görüldüğü gibi, Kureyşli müşriklerin Müslümanlar üzerindeki
tehdit ve baskısı, İslâmı “yaşamak” ve “neşretmek” şartlarıyla
hayatta kalmaya imkân vermeyecek bir dereceye ulaşınca, Resûl-i
Kibriyâ Efendimiz hicrete izin vermiştir.2 Hz. Âişe’nin, “Mü’min
dini için Allah’a veya Resûlüne hicret etmek zorunda idi. Zira,
dinini yaşamaktan menedilmesi korkusu vardı” sözü bu durumu
ifâde eder.3
“Şu halde hicret, bazı kereler yanlış olarak ifade edildiği gibi
bir kaçış değil, bir arayıştır. Dinin tamamen yok edilme
noktasına gelen tehdit ve tehlikelerden kurtarılarak
yaşatılmasına müsait vasatın aranmasıdır.
“Din, kendisine gaye olarak, fiilen yaşanmayı tesbit etmiştir.
Bulunulan yerin şartları, bu gâyenin tahakkukuna imkân
vermeyecek duruma geldi ise, oradan hicret etmek şarttır; dinen
vecibedir, vazifedir. Bu duruma düşen kimseleri, hicret etmediği
takdirde Kur’an-ı Kerim mâzur addetmiyor ve kesinlikle sorumlu
tutuyor.4 Bunlar, dinlerini yaşayabilecekleri uygun bir yer
aramakla mükelleftirler.”5
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz bu müsâadeden sonra “dini yaşayıp
neşredebilmek için müsâit yer arama gayreti” olan hicret
hareketini inceden inceye düşündü. Müslümanlara hicret ederken
ihtiyatlı ve tedbirli davranmalarını sıkı sıkıya tenbih etti.
Müşriklerin dikkatini çekmemek için küçük gruplar halinde yola
çıkmalarını tavsiye buyurdu.
Peygamber Efendimizin bu müsaâde ve tavsiyelerinden sonra
Müslümanlar, bu hareketlerine engel olacak müşriklerin
dikkatlerini çekmeyecek şekilde birer ikişer veya küçük gruplar
halinde Medine’nin yolunu tuttular.
Herkesten önce Mekke’den Medine’ye hicret etmek üzere ayrılan
Sahabî Ebû Seleme İbn-i Abdi’l-Esed idi.
İşin farkına varan Mekkeli müşrikler, görebildiklerini ve
yakalayabildiklerini geri çeviriyorlardı. İslâm dininden
vazgeçirmek için her türlü çâreye başvuruyorlardı. Öyle ki,
gerektiğinde kadınları kocalarından ayırıyor ve kocalarıyla
beraber göç etmelerine karşı çıkıyorlardı. Bazıları da hapsi
boyluyordu. Fakat, dahilî bir harbin patlamasına sebebiyet
verebilir diye kimseyi öldürme cihetine gitmek istemiyorlardı.
Bunun dışında akla hayâle gelecek her türlü eziyet ve
işkencelerle Müslümanları hicret etmekten vazgeçirmeye
çalışıyorlardı. Fakat Müslümanlar kat’i kararlarını vermişlerdi
ve ne pahasına olursa olsun Medine’ye göç edeceklerdi. Nitekim
her engeli aşarak hicretlerine devam ettiler.
Onlara nurlu ufuklar şimdiden gülümsüyordu. Baskı ve zulüm
çemberinden kurtulup hür ufuklara doğru kanat açıyorlardı.
Zaten, Medine ve Medineliler de onları dört gözle bekliyorlardı.
Hz. Ömer’in hicreti
Sâir Müslümanlar gizli gizli hicret ederken, Hz. Ömer kılıcını
kuşandı. Yayını, oklarını ve mızrağını alıp Kâbe’ye gitti.
Açıkça Kâbe’yi 7 sefer tavaf etti. Orada bulunan müşrik ele
başlarına cesaretle şöyle seslendi:
“İşte ben de dinimi korumak için Allah yolunda hicret ediyorum.
Karısını dul bırakmak, anasını ağlatmak, çocuklarını öksüz
bırakmak isteyen varsa şu vadide önüme çıksın!”1
Bu pervasızca seslenişten sonra, yirmiye yakın Müslümanla gün
ortasında Medine’nin yolunu tuttu. Müşriklerden hiç biri
arkalarına düşme cesaretini gösteremedi.
Böylece bir kaç ay içinde Müslümanların büyük bir kısmı
Medine’ye yerleşmek üzere Mekke’den ayrıldı. Geride Peygamber
Efendimiz, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ali ile yol tedâriki göremeyecek
kadar yoksul olanlar, yolculuk yapmaya takatı bulunmayanlar ve
müşrikler tarafından hapsedilenler kaldı.
Resûl-i Ekrem Efendimiz de hicret etmek niyetinde idi. Fakat, bu
hususta Cenab-ı Hakkın iznini bekliyordu. Hatta, Hz. Ebû Bekir
Medine’ye hicret etmek arzusunu izhar ettikçe, “Sabret! Umulur
ki, Allah Teâla, sana bir arkadaş ihsan eder” buyururdu.
Müşriklerin telâşı
Peyder pey Medine’ye hicret eden Müslümanları, Evs ve Hazreç
kabileleri son derece güzel karşıladılar. Kendilerine yer
gösterip barındırdılar. Evli muhacirler, evli Medineli
Müslümanlar tarafından misafir edildiler. Bekâr muhacirler ise,
Kubâ’da oturan bekâr Sahabî Sa’d bin Hayseme’ye misafir oldular.
Kureyş müşrikleri hicret eden Müslümanların Medineli Müslümanlar
tarafından korunduklarını, yardıma mazhar olduklarını ve onlarla
birleşip kuvvetlendiklerini görünce telâşa kapıldılar. Hele,
Peygamberimizin de bir gün hicret edip, başlarına geçeceğini,
kendilerine karşı savaşabileceğini ve gerektiğinde Şâm ticâret
yollarını bile kesebileceğini düşününce telâşları büs bütün
arttı.
Derhal bu hususu görüşüp tedbir almak için Dârü’n-Nedve’de
toplanmayı kararlaştırdılar.
Dârü’n-Nedve; Resûl-i Ekrem Efendimizin atalarından Kusay bin
Kâb’ın, kapısı Kâbe’ye bakan konağı idi. Kureyş ileri gelenleri
mühim işlerini hep burada toplanıp konuşur, meşveret ederlerdi.
Peygamber Efendimizin işini görüşmek üzere de, daha önceden
kararlaştırdıkları günün sabahında Dârü’n-Nedve’de bir araya
geldiler.
Bu sırada düzgün giyimli, cin bakışlı bir ihtiyarın kapıda
dikilip durduğunu gördüler. Tanımadıkları bu adama, “Kimsin?”
diye sordular.
“Necidli bir ihtiyarım,” diye cevap verdi adam. “Böyle bir
toplantının yapılacağını duymuştum. Ben de katılıp fikirlerimi
söylemek istedim. Uygun görüp görmediğim tedbirler hususunda
mütalâalarımı beyan etmek istiyorum!”
Kureyşliler, “Olur, gir!” dediler ve onu içeri aldılar.
Aslında ihtiyar, insan suretine girmiş bir şeytandı.
Verilen korkunç karar
Toplantıda yüz kadar Kureyşli bulunuyordu. Alınacak karardan
hemen haberleri olmasın diye, Hâşimoğullarından sadece İslâm
düşmanı Ebû Leheb alınmıştı.
“Muhammed için ne gibi bir tedbir almamız lâzımdır?” diyerek
meseleyi görüşmeye açtılar.
Bazıları, “Onu zincire vurup hapsettirelim” fikrini ileri
sürdüler.
Necidli bir ihtiyar suretine girmiş olan Şeytan, “Hayır” dedi.
“Vallahi bu görüşünüz uygun değildir. Siz onu hapsettirecek
olursanız, bunu duyan arkadaşları üzerinize yürürler. Onu
elinizden çekip alırlar. Onun telkin ve propagandası ile
çoğalarak bu işte size galip gelirler. Siz başka bir tedbir
düşününüz.”
Bunun üzerine bazıları, “Onu aramızdan, memleketimizden sürüp
çıkaralım! Aramızdan ayrıldıktan sonra nereye giderse gitsin”
dediler.
Necidli ihtiyar tekrar söz aldı ve şöyle dedi:
“Hayır, vallahi, bu düşünceniz de yerinde değildir. Onun sözünün
güzelliğini, tatlılığını, getirdikleri ve tebliğ ettiği şeylerin
insanların kalblerine hâkim olup durduğunu görmüyor musunuz? Onu
aranızdan kovacak olursanız, o da Arap kabileleri arasında
dolaşır ve onlara hâkim olur. Sonra da üzerinize yürüyerek, size
istediğini yapabilir. Onun için siz başka birşey düşününüz!”
dedi.
Sonunda Ebû Cehil söz aldı ve “Vallahi, ben onun hakkında hiç
bir zaman düşünemeyeceğiniz bir tedbir düşündüm” dedi.
“Nedir o?” diye sordular.
Ebû Cehil fikrini şöyle açıkladı:
“Onu öldürmekten başka çâre yoktur. Bunun için de, aramızda her
kabileden güçlü kuvvetli birer delikanlı seçeriz. Sonra onların
herbirine keskin birer kılıç veririz. Hepsi birden onu vurup
öldürürler. Böylece ondan kurtulmuş oluruz. Kimin öldürdüğü de
belli olmaz. Böyle olunca da Haşimiler, bütün kabilelerle
çarpışmayı göze alamazlar ve çâr nâçar diyete razı olurlar. Biz
de diyetini ödeyip meseleyi hallederiz.”
Necidli ihtiyar kılığına girmiş olan Şeytan ileri atıldı ve “En
doğru fikir ve uygun çâre budur” dedi.
Diğerleri de Ebû Cehil’in bu görüşünü kabul ettiler ve
dağıldılar.1
* *
Peygamber Efendimize Hicret İzninin Verilmesi
Kureyş müşrikleri Resûl-i Ekrem Efendimizin vücudunu ortadan
kaldırmak için kat’î karar almışlardı ve bunun için
faâliyetlerini sürdürüyorlardı. Bu sırada Cenâb-ı Hak, Sevgili
Resûlüne hicret emrini verdi.
Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in evine her gün sabah veya
akşam vakitlerinde uğrardı. Fakat, hicret emrini aldığı gün,
öğle vakti sıcağında, âdeti olmadığı bir saatte başını sararak
Hz. Ebû Bekir’in evine vardı. Efendimizin geldiği haber
verilince Hz. Ebû Bekir şaşırdı ve “Vallahi, Resûlullah bu
saatte hiç gelmezdi. Bu gelişinde mutlaka bir iş var” diye
konuştu.
Sonra Efendimizi içeri alıp minderinin üzerine oturttu ve “Anam,
babam sana fedâ olsun, Yâ Resûlallah, ne haber var?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Yüce Allah, bana Mekke’den çıkmaya ve
Medine’ye hicret etmeye izin verdi” buyurdu.
Hz. Ebû Bekir merakla, “Senin refakatınla şereflenecek miyim, yâ
Resûlallah?” diye sordu.
Peygamber Efendimiz, “Evet” deyince gönlüne sürûr, gözlerine
sevinç göz yaşları doldu.
Hz. Âişe bu ânı şöyle anlatır:
“O güne kadar, bir insanın sevincinden böylesine ağladığını
görmemiştim.”1
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir, Medine’ye kadar kendilerine
kılavuzluk etmek üzere, henüz müşrik, fakat güvenilir, sözünde
durmasıyla tanınmış biri olan Abdullah bin Ureykit’le
anlaştılar. İki binit devesini kendisine teslim ettiler. Üç gün
sonra Sevr Dağı eteğinde buluşmak üzere sözleştiler.
Bundan sonra Peygamber Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’in yanından
ayrılarak Hâne-i Saadetine döndü.1
Hz. Cebrâil’in ihbârı
Bu sırada vahiy meleği Cebrâil (a.s.) gelip Peygamber Efendimize
müşriklerin kararını bildirdi ve başvuracağı tedbiri de şöyle
açıkladı:
“Şimdiye kadar yattığın yatağında, bu gece yatma!”
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Hz. Ali’yi çağırdı ve
“Yatağımda bu gece yat uyu! Şu yeşil, geniş aba hırkamı da
üzerine ört! Korkma! Sana hiç bir zarar erişmeyecektir” dedi.
Ayrıca Hz. Ali’ye, kendisine teslim edilen emânetleri
sahiplerine verinceye kadar da Mekke’de kalmasını emretti.
Mekkeliler, “Muhammedü’l-Emîn” lâkabını verdikleri Peygamber
Efendimize son derece güvenirler ve en kıymetli eşyalarını,
saklayamamaktan korktukları için ona teslim ederlerdi. Kureyş
ileri gelenlerinin, hakkında ölüm kararı aldıkları sırada da
kendilerinde emanet olarak bir çok kıymetli eşya vardı. Ama o,
bu karara rağmen, emânetlerin sahiplerine verilmesini Hz. Ali’ye
emretmekle bir kere daha büyüklüğünü ve emânete sadakatını
ortaya koyuyordu.
Peygamberimizin evinin kuşatılması
Plân gereği her kabileden seçilmiş eli kılıçlı iki yüze yakın
müşrik, gecenin üçte biri geçince, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin
evinin önünde toplandılar. İçlerinde Ebû Cehil, Ebû Leheb ve
Ümeyye bin Halef gibi azılıları ve elebaşıları da vardı.
Katiller, gecenin geçmesini, aydınlığın etrafı sarmasını ve Fahr-i
Âlem’in evinden çıkmasını bekliyorlardı. Zira, âdetlerine göre,
bir adamı evinin içinde katletmek korkaklığın en âdisi
sayılırdı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, eli kılıçlı katillerin Hâne-i
Sâadetinin etrafını sardıkları sırada evinden çıktı. Yerden
aldığı bir avuç toprağı başlarına attı ve “Yasîn Sûresi”nin ilk
sekiz âyetini okudu. İçlerinden hiç biri onu görmedi çıkıp
gitti.
Bir müddet sonra yanlarına bir hemşehrileri uğradı:
“Burada ne bekleyip duruyorsunuz?” diye sordu.
“Muhammed’i bekliyoruz” dediklerinde, “Muhammed, sizin başınıza
toprak saçıp ve içinizden çıkıp gideli hayli vakit olmuş. Hele
bir kere üstünüze başınıza bakınız” diyerek gözü dönmüş
katillerle âdeta alay etti.
Birbirlerine baktılar. Üzerlerinin toz toprak içinde kalmış
olduğunu gördüler. Şaşırıp kaldılar. Derhal Hane-i Sâadetin
içerisine baktılar. İçerde birinin abaya sarınıp bürünerek
yattığını görünce, “İşte, Muhammed yatıyor” diyerek beklemeye
devam ettiler. Tâ ortalık ağarıncaya kadar.
Sabahleyin Resûl-i Kibriyâ Efendimiz yerine Hz. Ali’nin yataktan
doğrulup kalktığını görünce, bütün bütün şaşırdılar ve “Vallahi,
bize söylenen doğru imiş” dediler.
Sonra da Hz. Ali’ye, “Muhammed nerede?” diye sordular.
Hz. Ali, “Bilmem” deyince hayrette kalıp ne yapacaklarını
şaşırdılar.
Cenâb-ı Hak, bu münâsebetle indirdiği âyet-i celîlede şöyle
buyurdu:
“Hani kâfirler, bir zaman seni yakalamak, öldürmek ve yurdundan
çıkarmak için bir tuzak kurmaya kalkmışlardı. Onlar tuzak kurar,
Allah da tuzaklarını başlarına geçirir. Allah, hileyi hile ile
cezalandıranların en hayırlısıdır.”1
Sevr Mağarasına gidiş
Hâne-i Sâadetinden çıkan Resûl-i Ekrem Efendimiz, doğruca Hz.
Ebû Bekir’in evine vardı. Kendileri için acele sefer malzemesi
hazırlandı ve bir dağarcığa bir miktar azık kondu.
Sonra, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir evin arkasındaki
küçük kapıdan çıktılar ve Mekke’nin aşağısındaki güney batısına
düşen, şehre üç mil takriben bir saat uzaklıkta bulunan Sevr
Dağına doğru yol aldılar.
Hz. Ebû Bekir, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin kâh önüne geçerek
yürüyor, kâh arkasında kalarak yol alıyordu. Efendimiz, “Yâ Ebâ
Bekir! Niçin böyle yapıyorsun?” diye sordu.
Hz. Ebû Bekir, “Önünüzü arkanızı gözetlemek, sizi korumak için
yâ Resûlallah” diye cevap verdi.
Cum’a gecesi Sevr Mağarasına vardılar.
Mağara oldukça ıssızdı. Önce Hz. Ebû Bekir içeri girdi. Yeri
temizleyip düzeltti. Mağaradaki delikleri elbisesini yırtarak
tıkadı. Yetmeyince, geriye kalan bir deliğe de ayağını dayadı.
Sonra Fahr-i Âlem Efendimizi içeri dâvet etti.
Resûl-i Ekrem içeri girdi ve mübârek başını Sıddık-ı Ekber’in
dizini dayayarak uyudu.
Az sonra, Hz. Ebû Bekir deliğe dayadığı ayağında müthiş bir acı
hissetti. Yılan ısırması olduğunu anladı. Fakat, delikten
ayağını çekmedi. Hatta, Kâinatın Efendisi uykudan uyanabilir
diye yerinden bile kımıldanmadı. Canı öylesine acıdı ki,
gözlerinden ister istemez yaş aktı. Akan gözyaşlarının bir kaç
damlası mübârek yüzlerine damlayınca Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
uyandı ve “Ne var, yâ Ebâ Bekir?” diye sordu.
Sadakat timsali Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah! Ayağımı bir şey
soktu. Ama mühim değil. Anam babam sana fedâ olsun” diye cevap
verdi.
Resûl-i Kibriyâ, yılanın soktuğu yeri mübarek tükürüğü ile
meshetti. Allah’ın lütfu ile acı derhal kayboldu ve Sıddık-ı
Ekber şifâ buldu.
O anda Allah’ın emriyle bir örümcek gelip mağaranın ağzına ağını
gerdi, bir çift güvercin ise gelip yuva kurdu.1 Bu hayvanlar,
Resûl-i Kibriyâ ve Hz. Ebû Bekir’i bütün Kureyş’e karşı korumak
için nöbettârlık etmeye başlıyorlardı.
Resûl-i Kibriyâ Efendimizi Hâne-i Sâadetinde bulamayan müşrikler
fazlasıyla sıkılıp üzüldüler. Derhal Mekke’nin her tarafını
didik didik aramaya koyuldular. Hz. Ebû Bekir’in evine vardılar.
Onu da bulamayınca büs bütün öfkelendiler.
Mekke’de Resûl-i Kibriyâ Efendimizi (a.s.m.) bulamayınca bu
sefer tellal çağırttılar:
“Muhammed’i ve Ebû Bekir’i bulup getirene veya öldürene yüz deve
veririz.”
İçlerinde ne kadar hırsız, cani ve gözü dönmüş var ise, bu ilânı
duyunca, kimi eline kılıç, kimi de sopalar alarak Mekke’nin
dışına çıktılar ve etrafta koşuşturmaya başladılar.
Arayıcılar, yanlarına Müdlicoğullarından iki iz takib edici de
almışlardı. Resûl-i Ekrem Efendimizle, Hz. Ebû Bekir’in izlerini
buldular. Takip ede ede gelip Sevr Dağının eteklerine
dayandılar.
İzcilerden biri, “Vallahi” dedi. “Onlar, şu mağaradan ileri
geçmemişlerdir. İz burada kesiliyor.”
İçlerinden bir kısmı Ümeyye bin Halef ile beraber mağaranın
ağzına kadar geldiler.
Bu sırada sevgili Peygamberimiz ile Hz. Ebû Bekir onları
görüyor, fakat müşrikler, onları göremiyorlardı.
Hz. Ebû Bekir, fazlasıyla telâşa kapıldı ve üzüldü:
“Yâ Resûlallah!” dedi. “Beni öldürseler de gam çekmem. Ben
nihâyet bir ferdim. Amma, Allah göstermesin, sana bir zarar ve
ziyan eriştirecek olurlarsa bu, bütün ümmetin helâkine sebep
olur.”
Resûl-i Kibriyâ kemâl-i emniyet içinde, “Üzülme, Allah bizimle
beraberdir” buyurarak ona teselli verdi.
Hz. Ebû Bekir, “Yâ Resûlallah” dedi. “Onlardan birisi eğilip de
ayaklarının dibinden bir bakıverse, bizi görür.”
Fahr-i Âlem Efendimiz, yine emîn ve mütevekkil bir şekilde şöyle
konuştu:
“Yâ Ebâ Bekir, iki kişinin üçüncüsü Allah olursa, sen âkibetin
ne olacağını zannediyorsun? Yakalanacağımızı mı sanırsın?”1
Sonra da Hz. Ebû Bekir’in iç ferahlığına kavuşması için Cenâb-ı
Hakka duâ etti.2
Yüce Allah, Kur’ân-ı Kerim’inde bu hâdiseye şu âyetiyle işâret
eder:
“Siz Allah’ın Resûlüne yardım etmeseniz de, Allah ona yardım
etmiştir. Kâfirler onu yurdundan çıkardıklarında, mağaradaki iki
kişiden biri olduğu halde o, yanındaki dostuna ‘Üzülme,’
diyordu, ‘Allah bizimle beraberdir.’ Allah böylece onun üzerine
emniyet ve rahmetini indirdi, sizin göremediğiniz ordularla onu
takviye etti ve kâfirlerin dâvâsını alçalttı. Yüce olan Allah’ın
dâvâsıdır. Allah’ın kudreti herşeye galiptir ve Onun her işi
hikmet iledir.”1
Örümcek ve güvercinlerin nöbettarlığı
Sevr Mağarasına oldukça yaklaşan müşrikler, “Şu mağarayı da
arayalım” dediler.
Konuşulanları Fahr-i Kâinat Efendimizle Sıddık-ı Ekber
duyuyorlardı.
İçlerinden biri mağaranın ağzına kadar geldi. Fakat içeri girip
bakma lüzumu hissetmeden geri döndü.
“Neden girip içeri bakmadın?” diye sordular.
“Mağaranın ağzında iki yabanî güvercinin yuva kurduğunu gördüm.
Orada olduklarına asla ihtimal vermem” diye cevap verdi.
Azılı müşrik Ümeyye bin Halef ise, arkadaşlarına hiddetli
hiddetli şöyle seslendi:
“Hâlâ mağaranın orada ne dolaşıp duruyorsunuz. Orada örümceğin
ağ bağladığını görmüyor musunuz? Vallahi ben, bu ağın Muhammed
doğmadan önce gerilmiş olduğu kanaâtındayım.”2
Bunun üzerine mağaranın yanından uzaklaştılar.
Böylece Cenâb-ı Hak, nöbetçi tayin ettiği bir örümcek ve iki
yabanî güvercin ile Sevgili Resûlünü bütün Kureyş’e karşı
korumuş oluyordu.
Perşembe günü sabahleyin Sevr Mağarasına, Hz. Ebû Bekir’le
birlikte giren sevgili Peygamberimiz Cuma, Cumartesi ve Pazar
gecelerini orada geçirdi. Üç gün üç gece mağarada gizlenmeleri,
tedbir içindi. Müşrikler bu zaman zarfında, onların Mekke
civarından uzaklaşmış olduklarına kanaat getirecek ve bir derece
takiplerini gevşetmiş olacaklardı. Nitekim de öyle oldu.
Mağarada gizlendikleri zaman zarfında, Hz. Ebû Bekir’in oğlu
Abdullah, aldığı tâlimat üzere gündüzleri Kureyşliler arasında
dolaşıyor, ne konuştuklarını, neler düşündüklerini öğrendikten
sonra, geceleri gelip Resûl-i Ekreme haber veriyordu. Geceyi
orada geçiriyor ve aydınlık tamamıyla etrafı sarmadan Mekke’ye
geri dönüyordu.
Diğer taraftan Hz. Ebû Bekir’in kölesi Âmir bin Fuheyre de o
civarda koyunlarını güdüyor, hem Abdullah’ın izlerini yok
ediyor, hem de onlara süt götürüyordu.
Böylece üç gün, üç gece süren hayat da geride kalmış oluyordu.
Kureyşlilerin Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir hakkındaki arama
taramaları da bir derece gevşemişti. Hz. Abdullah’ın Mekke’den
getirdiği haber bu meyandaydı.
Bu arada, daha evvel kararlaştırıldığı üzere kılavuz olarak
tutulan Abdullah bin Üreykit de kendisine teslim edilen iki deve
ile birlikte kendi devesi de yanında bulunduğu halde Pazartesi
günü seher vakti Sevr Dağının eteğinde göründü.
Peygamber Efendimiz ve beraberindekilere yol azığı olarak bir
koyun kesilmiş, eti pişirilmişti. Hz. Ebû Bekir’in kızı Esmâ
(r.a.), bunu bir dağarcığa koyup bir tulum su ile birlikte
mağaraya getirdi.
Hz. Esmâ, dağarcık ve tulumun ağzını bağlamak için bağ getirmeyi
unutmuştu. Mağaradan hareket edileceği sırada civarda bağlayacak
bir şey bulamayınca belindeki kuşağı yırtıp, iki parçaya ayırdı.
Bir parçasıyla yemek dağarcığının, diğer parçasıyla su tulumunun
ağzını bağladı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem, “Esmâ’ya Cennette
iki kuşak var” diye buyurdu.
Bu sebeple, Hz. Esmâ’ya “Zatü’n-nıtakeyn (iki kuşak sahibi)”
denilmiştir.1
Sevr mağarasından ayrılış
Rebiülevvel ayının 4’ü, Pazartesi günüydü. Mağaradan hareket
saatı gelmişti.
Hz. Ebû Bekir, iki devesinden üstün olanını Resûl-i Kibriyâ
Efendimize takdim ederek, “Anam babam sana fedâ olsun, yâ
Resûlallah, buyur bin” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ben, benim olmayan deveye binmem” diye karşılık
verdi.
Hz. Ebû Bekir tekrar, “O, senindir. Babam, anam sana fedâ olsun,
buyur bin” dedi.
Resûl-i Ekrem “Binmem,” dedi. “Satın aldığın bedeli bana
söylemedikçe binmem.”
Mecbur kalan Hz. Ebû Bekir, devenin fiâtını söyledi ve
Peygamberimiz de onu kabul etti.
Resûl-i Ekrem ve Hz. Ebû Bekir develerine bindiler. Hz. Ebû
Bekir, yolda kendilerine hizmet etsin diye terkisine azadlı
kölesi Amr bin Füheyre’yi aldı.
Yol göstermekte oldukça mâhir olan Abdullah bin Ureykit önlerine
düştü. Sevr Mağarasından ayrıldılar.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, doğup büyüdüğü mübârek şehirden
ayrılıyordu. Aşağısından geçerken Hezreve nâm mevkide devesini
durdurdu. Kudsî Beldeye mahzun mahzun baktı ve ona olan
sevgisini şöyle dile getirdi:
“Vallahi, sen Allah’ın yarattığı yerlerin en hayırlısı, Allah
katında en sevimli olanısın. Bana, senden daha sevgili, daha
güzel yurt yoktur.
“Çıkarılmaya zorlanmamış olsaydım, senden asla ayrılmaz, senden
başka yerde yurt, yuva tutmazdım.”1
Bunun üzerine, Cenâb-ı Hak, Habîb-i Edîbini teselli eden şu
âyeti inzâl buyurdu:
“Kur’ân’ı okumayı, tebliğ etmeyi ve ona uymayı sana farz kılan
Allah, muhakkak ki, seni tekrar Mekke’ye döndürecek, âhirette de
övülmüş bir makam olan en büyük şefaat makamına
kavuşturacaktır.”1
Düşmanın takibini zorlaştırmak ve onu şaşırtmak gayesiyle
Medine’ye doğru, herkesin gittiği yoldan ayrı bir yol takib
edildi. Önce, güney istikametinde Kızıl Denize yakın Tihâme’ye
gittiler. Sonra Kuzey’e döndüler. Denizden uzak çöl içinden
sahile paralel yol aldılar. Salı günü öğleye kadar durup
dinlenmeden deve sırtında yol katettiler. Salı günü öğle üzeri
bir gölgelikte bir nebze dinlenmek için konakladılar. Peygamber
Efendimiz, istirahata çekildi. Hz. Ebû Bekir ise başında bir
muhafız gibi bekliyordu. Bir taraftan da etrafa göz
gezdiriyordu. Uzakta bir çoban gördü. Yanına gitti. Çobanın
koyunundan sağdığı bir miktar sütü alıp getirdi. Resûl-i Ekrem
uyanınca kendisine takdim etti. Efendimiz kanasıya içti.2
Sütsüz keçinin süt verişi
Yolculuk esnasında garip hâdiseler cereyan ediyordu.
Yanına varıp süt istedikleri bir çoban, “Yanımda süt verecek şu
keçiden başkası yok. Fakat o da hamile oldu ve sütü çekildi”
dedi.
Resûl-i Kibriyânın şifâlı ve bereketli eli keçinin memelerine
uzandı. Mübârek elleriyle, onları sığadı ve duâ etti. Memeler,
anında sütle doldu. Sağılan sütü hepsi kana kana içti.
Hayretler içinde kalan çoban, “Allah aşkına, sen kimsin? Şimdiye
kadar senin gibisine rastlamadım” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Kim olduğumu söylerim, ama gördüğünü,
duyduğunu gizli tutmak şartıyla” dedi.
Çoban, “Olur, gizli tutarım” diye söz verince, Fahr-i Âlem
Efendimiz, “Ben Allah’ın Resûlü Muhammed’im” buyurdu.
Hayreti bütün bütün artan çoban, “Demek Kureyş’in ‘Yolunu
sapıttı’ dedikleri zât sensin, öyle mi?” dedi.
Server-i Kâinat Peygamber Efendimiz, “Onlar, böyle söylüyorlar”
buyurdular.
Bunun üzerine çoban, “Ben; şehâdet ederim ki, sen bir
peygambersin. Getirdiğin de haktır. Senin yaptığını ancak bir
peygamber yapabilir. Ben, sana tâbi oldum” dedi ve orada
İslâmiyetle şereflendi.
Çoban, ayrıca kendileriyle gitme arzusunu da izhar etti. Fakat
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Senin, buna bugün gücün yetmez. Benim
muvaffak olduğumu haber aldığın zaman, bize gel, katıl”
buyurdu.1
Kısır keçinin süt vermesi
Fahr-i Âlem Efendimiz beraberindekilerle üçüncü uğrak yerleri
olan Kudeyd mevkiine geldiler. Orada oturan Ebû Ma’bed’in çadırı
önünden geçerken satın almak maksadıyla, “Hurma veya yiyecek
başka bir şey var mı?” diye sordular.
Ebû Ma’bed o anda orada yoktu. Hanımı Âtike Ümmü Ma’bed, “Hayır,
yiyecek bir şey yok” diye cevap verdi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, bir tarafta zâif bir keçi gördü.
“Bunda süt yok mu?” diye sordu.
Ümmü Mâ’bed, “Onun vücudunda kan yoktur, nereden süt verecek?”
dedi.
Peygamber Efendimiz, “İzin verirsen sağarım” buyurdu.
Ümmü Ma’bed, sürü ile otlamaya gidemeyecek kadar zâif olan
keçiden süt çıkmayacağını biliyordu. Fakat, misâfire “olmaz”
demenin uygun düşmeyeceğini düşünerek, “Pekâlâ, onda süt
bulursan, sağıver” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, gidip keçinin beline elini sürdü ve
memesini de mübârek eliyle meshetti. Sonra,
“Bismillahirrahmanirrahim” diyerek duâ etti. Daha sonra, “Bir
kap getiriniz, sağınız” buyurdu.
Sağdılar. Getirdikleri kocaman kap doldu.
Peygamber Efendimiz önce Ümmü Ma’bed’e, sonra da orada
bulunanlara doyuncaya kadar içirdi. En sonunda kendileri içti.
Tekrar sağıp içtiler. Üçüncü defa da sağıp, onu Ümmü Ma’bed’e
bıraktılar. Sonra da oradan ayrılıp yollarına devam ettiler.
Az sonra, Ebû Mâ’bed geldi. Kap içindeki sütü görünce, “Bu ne?”
diye sordu.
Ümmü Mâ’bed, “Buraya mübârek bir zât geldi. Şöyle şöyle söyledi,
keçiyi böyle sağdı” diyerek olup bitenleri tafsilatıyla anlattı.
Ebû Ma’bed, “Bunda bir hikmet var. O zâtın şekil ve simâsı
nasıldı?” diye sordu.
Ümmü Mâ’bed, “Orta boylu, kara kaşlı, kara gözlü ve gayet nurânî
yüzlü, lâtif bir adamdı” diyerek Peygamber Efendimizin şekil ve
şemâilini birer birer beyan etti.
Bunun üzerine Ebû Mâbed, “Vallahi” dedi. “Bu senin tarif ettiğin
zât, Kureyş içinde zuhûr eden peygamberdir. Eğer, ben burada
bulunsaydım, ona tâbi olur, beraberinde gitmeyi ondan
dilerdim.”1
Resûlullahtan “Bu keçiyi kesme” diye de emir alan Ümmü Ma’bed
şöyle demiştir:
“Resûlullahın memesini meshettiği o zâif keçi Hz. Ömer’in
hilâfetinde meydana gelen hicretin 18. yılındaki kıtlık ve
kuraklığa kadar sağ kaldı. Yeryüzünde hayvanlar yiyecek bir şey
bulamazken, biz onu sabah ve akşam sağardık.”1
Sürâka’nın başına gelenler
Kureyş’in Peygamber Efendimizi ele geçirenlere yüz deve va’d
ettiği, Kinâne Kabilesinden olup o havalide yaşayan Beni Müdlic
aşireti tarafından da duyulmuştu. Sahil yolundan iki deve ile
dört kişinin geçip gittiğini de işitmişlerdi.
Bunlardan gayet cesur ve aynı zamanda iyi iz takip eden Sürâka
bin Mâlik de, bu mükâfatın tatlılığına kanarak Resûl-i Ekrem
Efendimizi takibe koyulmuştu. Bir ihbar üzerine harekete geçen
Sürâka, kısa zamanda izlerini buldu. Dörtnala koşturduğu atı ile
gittikçe Resûl-i Ekrem Efendimiz ve beraberindekilere
yaklaşıyordu. Aralarında az bir mesafe kalmıştı. Hz. Ebû Bekir
Sürâka’nın geldiğini görünce telaşlandı.
Peygamber Efendimiz, mağarada olduğu gibi, “Üzülme, Allah
bizimle beraberdir” dedi ve dönüp Sürâka’ya baktı. Sürâka’nın
atının ayakları bir anda dizlerine kadar yere battı. Kurtulunca,
tekrar takib etti. Fakat yine atının ayakları yere saplandı ve
atının ayaklarının saplandığı yerden duman gibi bir şey çıktı. O
vakit anladı ki; ne onun elinden ve ne de kimsenin elinden
gelmez ki, ona ilişsin.
“Yâ Muhammed” dedi. “Duâ et kurtulayım. Sana hiç dokunmayacağım.
Seni takib edecek kimselere de senden hiç bahsetmeyeceğim.”2
Server-i Kâinat Efendimiz duâ etti. Cenâb-ı Hak, duâsını kabul
etti ve Sürâka’yı o müşkil durumdan kurtardı.
Sürâka Resûl-i Ekrem Efendimizin yanına vardı. Kendisini
tanıttı. İlerde İslâmiyetin her tarafa hâkim olacağı
mülâhazasıyla bir emânname istedi. Resûl-i Kibriyâ Efendimiz,
kendisine yazılı bir emânname verdi. Bir rivâyete göre, bu
emânnameyi Hz. Ebû Bekir,1 diğer bir rivâyete göre ise Âmir İbn-i
Füheyre yazdı.2
Emânnameyi alan Sürâka, “Ey Allah’ın peygamberi, emret
istediğini yapayım” dedi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Git, öyle yap ki, başkası gelmesin”
diye ferman etti.
Peygamber Efendimizden bu tâlimatı alan Sürâka derhal geri
döndü. Arkadan gelen Kureyş’in takipçilerine de, “Ben buraları
arayıp taradım, kimseyi bulamadım. Başka tarafa bakalım” diyerek
onları geri çevirdi.3
Kaderin tecellisine bakınız ki, günün başlangıcında sevgili
Peygamberimizi ele geçirmek ve öldürmek için atına atlayıp
takibe çıkan Sürâka, günün sonunda, aynı zâtın bir muhafızı
oluyor ve onu düşman takibçilerinden korumaya çalışıyor.
Sonraları Ebû Cehil, Sürâka’nın bu haline vâkıf olunca, pek
ziyâde gadaba geldi ve onun gayretsizliğinden bahsederek,
hakkında bir kıt’a hicviye söyledi.
Mu’cize-i Ahmediyye’ye şâhid olan Sürâka da ona, “Eğer, atımın
ayaklarının yere gömüldüğünü göreydin, sen de Muhammed’in
peygamberliğine îmân ederdin” kıt’asıyla cevap verdi.4
Aynı Sürâka, Hicretin sekizinci senesinde Resûl-i Ekrem
Efendimizin Huneyn Gazasından dönüşü sırasında huzur-ı risâlete
emânname ile gelecek ve İslâmiyetle müşerref olup,
Peygamberimizin iltifatına mazhar olacaktır.
Sürâka döndükten sonra Resûl-i Ekrem Efendimiz
beraberindekilerle yine kızgın çöller üzerinde yol almaya
başladı. Sanki gökten alev yağıyor, yerden kızgın kıvılcımlar
fışkırıyordu.
Bu sırada onları bir çoban gördü. Kureyş’e haber vermek üzere
son sür’at Mekke’ye geldi. Fakat, şehre girer girmez ne için
geldiğini birden unutuverdi. Ne kadar çalıştı ise, bir türlü
hatırlayamadı. Mecbur olup geri döndü. Sonra anladı ki, ona
unutturulmuş.1
Hz. Zübeyr bin Avvam, Şâm ticâret kafilesiyle Medine’den
Mekke’ye gitmekte idi. Yolda Resûl-i Kibriyâ Efendimizle
karşılaştı. Peygamber Efendimiz ile Hz. Ebû Bekir’e birer beyaz
Şâm maşlahı giydirdi. Medineli Müslümanlardan birinin,
“Resûlullah ve arkadaşları geciktiler” dediğini haber verdi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, hareketini
sür’atlendirdi.2
Mekke’ye gelip işlerini yoluna koyan Hz. Zübeyr bin Avvam da
Medine’ye hicret etmiştir.
Büreyde’nin Müslüman olması
Deve sırtında sür’atle yol alan Resûl-i Kibriyâ Efendimiz
beraberindekilerle gelip Amim denilen mevkie ulaştı.
Sehmoğulları yurdu buraya yakındı. Reislerinden Büreyde bin
Huseyb, Kureyş’in 100 deve va’dini işitmiş olduğundan yanına
seksen kadar adamını da alarak Peygamber Efendimizi buldu.
Resûl-i Ekrem ona, “Sen kimsin” diye sordu.
“Ben, Büreyde’yim” deyince, Peygamber Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e,
“Yâ Ebâ Bekir! İşimiz, serinledi ve düzeldi” dedi.
Peygamberimiz tekrar Büreyde’ye, “Kimlerdensin?” diye sordu:
“Eslem Kabilesindenim” cevabını verdi.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz, yine Hz. Ebû Bekir’e dönerek,
“Yâ Ebâ Bekir,” dedi. “Selâmete erdik.”
Peygamber Efendimiz, “Eslem’in hangi kolundansın?” diye sordu.
Büreyde, “Sehmoğullarındanım” dedi.
Bunun üzerine Efendimiz Hz. Ebû Bekir’e, “Yâ Ebâ Bekir, okun
çıktı” buyurdu.
Fahr-i Kâinat, katiyyen tatayyur1 etmezdi. Yalnız güzel
şeylerde, hasenatta tefeül ederdi, yani hayra yorardı. Onun için
Büreyde’ye rastlamasını iyi bir hal ve alâmet saydı.
Bu sefer Fahr-i Kâinatın akval ve etvarındaki metanet ve
ağırbaşlılığa, lisanındaki düzgünlüğe müsahhar ve hayran olan
Büreyde, “Peki, yâ Sen kimsin?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem, “Ben, Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’ın oğlu
Muhammedim ve Allah’ın Resûlüyüm” dedi ve onu İslâma davet etti.
Büreyde, davete derhal icâbet etti ve beraberindekilerle
birlikte kelime-i şehâdet getirerek Müslüman oldu.2
Peygamber Efendimiz geceyi burada geçirdi.
Sabah olunca Büreyde, “Yâ Resûlallah,” dedi. “Yanında bir bayrak
olmadan Medine’ye girmen doğru olmaz.”
Sonra da sarığını çıkarıp mızrağının ucuna bağladı. Medine’ye
girinceye kadar Peygamber Efendimizin önünde onu taşıyarak
yürüdü.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Büreyde hakkında, “Ashabımdan bir zât,
bir memlekette vefât edecektir. O, kıyâmet gününde, o memleketin
nûru ve o memleket halkının önderi olacaktır” buyurmuştur.1
Hakikaten, Büreyde Hazretleri İslâm uğrunda büyük
fedakârlıklarda bulundu. İslâm mücahidleriyle Horasan’a kadar
gitti ve Merv’de vefât etti.2
* * *
Peygamber Efendimizin Medine'ye Gelişi
Medineli Müslümanlar, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin Mekke’ye
gelmek üzere yola çıktığını duymuşlardı. Bunun için her gün
sabah namazından sonra Harre mevkiine çıkarak, öğle sıcağı
basıncaya kadar yolunu heyecan ve sabırsızlıkla beklerlerdi.
Yine bir gün teşrif-i Nebevîyi uzun uzun beklemişler,
gelmediğini ve etrafı da şiddetli sıcağın bastığını görünce geri
evlerine dönmüşlerdi.
Bu sırada bir işi için evinin damına çıkmış olan bir Yahudî,
beyazlara bürünmüş bir kaç kişinin çölün sıcaklığını, serap ve
sisleri yara yara gelmekte olduğunu gördü. Müslümanların Hz.
Resûlullahı günlerden beri beklemekte olduğunu biliyordu.
Kendisini tutamayarak, “Ey Arap topluluğu. İşte beklediğiniz
devletliniz geliyor” diye haykırarak Müslümanlara müjde verdi.1
Bu müjde, o anda bir şimşek gibi çaktı. Şehir bir anda bayram
havasına büründü. Çünkü, insanlığa huzur ve saadet sunan zât
geliyordu. Müslümanlar derhal silahlanıp o tarafa doğru
koştular.
Karşılayıcılar, Resûl-i Ekrem Efendimizle Hz. Ebû Bekir’e bir
hurma ağacının gölgesinde dinlenirken kavuştular. Hz. Ebû Bekir
başucunda ayakta duruyordu. Günlerden beri yolunu heyecan,
sabırsızlık ve muhabbetle bekledikleri ak maşlaha bürünmüş
Kâinatın Efendisini selâmladılar, nur saçan mübârek simasını
temaşâya başladılar.
Hurma ağacının gölgesinde bir müddet yorgunluğunu gideren Resûl-i
Kibriyâ daha sonra beraberindekiler ve karşılayıcılarla birlikte
Medine’nin sağ tarafına düşen Kuba köyüne doğru yoluna devam
etti.
Rebiülevvel ayının çok sıcak bir Pazartesi günü idi.
Güneş ateşten oklarını bütün şiddetiyle yeryüzüne gönderiyordu.
Kuşluk vakti Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, etrafındaki mü’minler
halkasıyla Medine’ye bir saat kadar mesafesi olan Kuba köyüne
vardı. Orada Amr bin Avfoğullarının kardeşi Gülsüm bin Hidm’in
evine indi. Kızgın kumlar üzerindeki sür’atli yolculuk
Efendimizi oldukça yormuştu. Hem bu yorgunluğunu üzerinden
atmak, hem de buradaki Müslümanlarla görüşmek arzusuna binaen
Kuba’da bir müddet ikâmet etmeye karar verdi.
Geceleri, Medineli Müslümanların eşrafından oldukça yaşlı bir
zât olan Gülsüm bin Hidm’in evinde kalan Efendimiz, gündüzleri
ise, Müslümanlarla konuşmak, sohbet etmek için Ashabdan bekâr
bir zât olan Sa’d bin Hayseme’nin evine giderdi. Zâten,
Muhacirlerin bekârları da onun evinde kalırlardı. Bu sebeple
evine “Dârül-Uzab (Bekârlar Evi)” denirdi.1
Hz. Ali, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin emriyle Kureyşlilerin
kendisine teslim ettikleri kıymetli eşya ve emanetlerini
sahiplerine iâde etmek maksadıyla Mekke’de kalmıştı.
Hz. Ali, bu vazifeyi yerine getirmiş ve Efendimizin Mekke’den
ayrılışından üç gün sonra da hareket etmişti. Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz henüz Kuba’da iken gelip kavuştu. Yürümekten ayakları
şişmiş ve kabarmıştı. Peygamberimiz onu gözyaşları arasında
kucakladı ve ayağının iyileşmesi için duâ edip eliyle meshetti.
Cenâb-ı Hak anında şifâ ihsan etti. Hz. Ali’nin ayaklarında ne
kabarmadan, ne de ağrı ve sızıdan eser kalmadı.2
Kubâ Mescidinin inşası
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Amr bin Avfoğullarında on küsur gece
misafir kaldı. Bu müddet zarfında Kuba Mescidini te’sis etti ve
bu mescid içinde namaz kıldı.
İslâmda ilk mescid: Kuba Mescidi
Efendimizin tesis ettikleri mescidden önce, Müslümanlardan
bazıları kendileri için mescid inşâ etmişlerse de, İslâm cemâatı
için ilk olarak binâ olunan mescid işte bu Kuba Mescididir.
Gülsüm bin Hidm Hazretlerinin üzerinde hurma kuruttuğu arsasında
binâ edilen bu ulvî ma’bedin inşasında, Resûl-i Kibriyâ
Efendimiz bizzat çalıştı. Bir seferinde kucağına, güçlükle
kaldırılabilecek büyükçe bir taş almışlardı. Sahabînin biri
yanına varıp, “Yâ Resûlallah! Anam, babam sana fedâ olsun.
Elindekini bana ver” deyince, “Hayır vermem. Sen de başkasını
al” buyurarak gayret ve faaliyetten büyük zevk aldığını ifâde
etmişti. Böylece, ibâdeti, takvası, sadakâtı, metaneti,
cesareti, vesair bütün güzel vasıflarda olduğu gibi gayret ve
çalışkanlığıyla da Sahabîlere en güzel örnek oluyordu.
Onun bu gayret ve faaliyetini müşâhede eden Müslümanlar da aşk
ve şevk içinde bıkmadan usanmadan ve zerre kadar fütûr eseri
göstermeden çalışıyorlardı. Mescid yapılıp bitinceye kadar
Peygamber Efendimiz çalışmaktan bir an olsun geri durmadı ve
kendisini sâir Müslümanlardan farklı bir muâmeleye tabi tutmadı.
Kuba Mescidi, Resûl-i Kibriyânın hicreti ve özellikle Kuba
köyüne ulaşmasıyla başlayan nuranî ve muazzam bir devrin mübârek
bir âbidesidir. Bu sebepledir ki, Kur’an lisanıyla “Takva
Mescidi” adı verilerek şerefli kılınmıştır. İlgili âyet-i
kerimede meâlen şöyle buyurulur:
“Muhakkak bu bir Mescid’dir ki, onun temeli Medine’ye hicretin
ilk gününde takvâ üzere atılmıştır. Orada maddî ve mânevi
pisliklerden temizlenmeyi seven kimseler vardır. Allah da çokça
temizlenenleri sever.”1
Nebiyy-i Muhterem Efendimiz, hayatı müddetince her Cumartesi
günü yaya veya binitli olarak bu mübârek mescidi ziyâret eder ve
içinde namaz kılardı. Ayrıca mü’minleri de teşvik ederek, tam
bir temizlik ve nezahetle bu mübârek mescidde namaz kılan kimse
için bir umre sevabı olduğunu müjdelerdi.
İslâmî gelişmenin önündeki engellerin yavaş yavaş bertaraf
olduğu, İslâmın inkişaf ve teâliye başladığı bir dönemde inşâ
edilmiş olması Kuba Mescidine ayrı bir mânâ ve ehemmiyet
atfeder.
Suheyb bin Sinan, müşriklerin eziyet ve işkencelerine ma’ruz
kalan kimsesiz Müslümanlardan biri idi. Medine’ye hicrete
Efendimiz tarafından izin verildiği sırada bir türlü fırsatını
bulup Mekke’den ayrılamamıştı.
Hz. Ali’nin hicret ettiğini görünce o da, Medine’ye hicret
maksadıyla hazırlanıp yola çıkmıştı. Bunu gören Mekkelilerden
bazıları arkasına düşüp yetiştiler ve “Sen, buraya fakir olarak
geldin. Yanımızda zengin oldun. Kendinle birlikte bu bol serveti
de alıp götürmek istiyorsun. Buna müsâade edemeyiz” demişlerdi.
Îmânından aldığı cesaretle bu kahraman Sahabî hemen bineğinden
inmiş, çantasındaki okları çıkarıp karşısında duran Kureyş
topluluğuna, “Benim, içinizde en iyi ok atanlardan biri olduğumu
bilirsiniz. Yanımdaki okların hepsini atar, onlar biterse
kılıcımı çalarım. Bunlardan biri elimde bulunduğu müddetçe
yanıma sizi yaklaştırmam” diye hitap etmişti.
Müşrikler bu kahramanca seslenişe cevap verememişlerdi. Bu İslâm
kahramanının kolay kolay teslim olmayacağını biliyorlardı.
Bir tarafta kalbindeki Allah’a îmânın verdiği hadsiz cesaretle
duran Suheyb bin Sinan, diğer tarafta gönüllerine şirk ürkekliği
hâkim bir çok müşrik vardı.
Sonunda Suheyb şu teklifte bulunmuştu: “Size, bütün servetimin
yerini gösterir, onu size bırakırsam, gitmeme müsâade eder
misiniz?”
Gönülleri dünya malı sevgisiyle dolu müşrikler, “Evet” dediler.
Hz. Suheyb de onlara bütün servetini bırakarak Allah yolunda,
dini ve îmânını serbestçe yaşamak uğrunda hicretine devam
etmişti.
Rebiülevvel ayının ortalarına doğru gelip Kubâ’da Resûl-i
Kibriyâ Efendimize kavuştu. Yolda gözü ağrımış, karnı ise son
derece acıkmıştı. O sırada Efendimiz ve yanında bulunan Hz. Ebû
Bekir ile Hz. Ömer’in önünde taze yapraklı salkım halinde hurma
vardı. Hz. Suheyb hemen yaş hurmaları yemeye başladı.
Hz. Ömer, “Yâ Resûlallah! Suheyb’i görmüyor musun? Hem gözü
ağrıyor, hem de yaş hurma yiyor” dedi.
Resûl-i Ekrem, “Ey Suheyb! Hem gözün ağrıyor, hem de yaş hurma
yiyorsun” buyurunca Suheyb, “Yâ Resûlallah! Ben, gözümün sağlam,
ağrımayan tarafıyla yiyorum” diye latif bir cevap vererek
Efendimizi tebessüme getirdi.
Hz. Suheyb daha sonra, “Yâ Resûlallah! Sen Mekke’den çıktığın
zaman müşrikler beni yakalayıp, hapsettiler. Ben de servetimi
vererek kendimi ve ailemi satın aldım” dedi.
Resûl-i Muhterem Efendimiz, “Suheyb kazandı. Suheyb kazandı! Ebû
Yahya, satış kârlı çıktı”1 buyurarak bu kahraman Sahabîyi
müjdeleyip sevindirdi.
Bunun üzerine şu âyet-i kerime nazil oldu:
“Yine insanlardan öylesi vardır ki, karşılığında Allah’ın
rızâsını kazanmak için kendisini fedâ eder. Allah ise kullarına
pek şefkatlidir.”2
Server-i Enbiyâ Efendimiz, Kuba’da on küsûr gece ikâmet
buyurduktan sonra bir Cuma günü Medine’ye doğru hareket etti.
Kasvâ adındaki devesinin üzerinde idi. Peşinde Hz. Ebû Bekir,
sağ ve solunda ise ana tarafından akrabaları olan
Neccaroğullarından silahlı yüz kişi ile bir çok Medineli
Müslüman yer almıştı. Manzara düşündürücü olduğu kadar da
sevindirici ve ümit verici idi. Mekke’de yalnızlıkla başbaşa
bırakılmış bulunan Resûl-i Kibriyânın etrafını şimdi içleri nur,
dışları nur yüzlerce insan sarmıştı. Dillerinde tekbir,
gönüllerinde ise hadsiz sürûr vardı. Kendilerinde dünya ve
âhiret saâdetinin kaynağı olan gerçek îmân ve İslâmı sunan bu
şerefli zâtın yolunu günlerden beri sabırsızlıkla beklemişlerdi.
Şimdi ise ona kavuşmanın eşsiz sevincini duyarak, hissederek
yaşıyorlardı.
Medine’de ilk Cuma namazı
Resûl-i Ekrem Efendimiz, yol esnasında sol tarafa yönelerek
Sâlim bin Avfoğulları yurduna vardı. Rânuna mevkiine
geldiklerinde Cuma namazı vakti girdi. Efendimiz Rânûna
Vadisinin ortasındaki Cuma Mescidinin yerine indi ve burada Cuma
namazı kıldı.
Bu, Peygamber Efendimizin Medine’de kıldığı ilk Cuma namazı idi.
Resûl-i Ekrem Efendimiz burada arka arkaya iki hutbe irâd
buyurdu. İlk hutbesinde Allah’a hamd ve senâdan sonra meâlen
Müslümanlara şöyle hitap etti:
“Ey İnsanlar! Sağlığınızda âhiretiniz için tedârik görünüz.
Muhakkak bilirsiniz ki; kıyâmet gününde birinin başına vurulacak
ve çobansız bıraktığı koyunundan sorulacak. Sonra Cenâb-ı Hak
ona tercümansız ve perdedarsız olarak bizzat diyecek ki, ‘Sana
benim Resûlüm gelip de tebliğ etmedi mi? Ben sana mal verdim,
sana lütuf ve ihsan ettim, sen kendin için ne tedârik ettin?’
“O kimse dahi sağına soluna bakacak, birşey görmeyecek. Önüne
bakacak Cehennemden başka bir şey görmeyecek. Öyle ise her kim
ki, kendisini velev ki bir yarım hurma ile olsun ateşten
kurtarabilecekse, hemen o hayrı işlesin. Onu da bulamazsa bâri
kelime-i tayyibe [güzel sözle] kendisini kurtarsın. Zira onunla
bir hayra on mislinden yedi yüz misline kadar sevap verilir.
“Allah’ın selâm, rahmet ve bereketi üzerinize olsun.”1
Resûl-i Kibriyâ, ikinci hutbesinde ise meâlen şöyle buyurdu.
“Allah’a hamdolsun. Allah’a hamdederim ve Ondan yardım isterim.
Nefislerimizin şerlerinden ve kötü amellerimizden Allah’a
sığındık. Allah’ın hidâyet ettiğini kimse saptıramaz. Allah’ın
saptırdığına da kimse hidâyet edemez.
“Allah’tan başka ilâh olmadığına şehâdet ederim. O birdir,
şeriki yoktur.
“Kelâmın en güzeli Kelâmullah’tır. Kimin ki Allah kalbini Kur’an
ile süsler ve onu kâfir iken İslâma dahil eder, o da Kur’an’ı
sâir sözlere tercih ederse, işte o kimse felâh bulur.
“Doğrusu Kitabullah, kelâmların en güzeli ve en beliğidir.
Allah’ın sevdiğini seviniz. Allah’ı can ve gönülden seviniz.
Allah’ın kelâmından kalbinize kasavet gelmesin. Zira,
Kelamullah, herşeyin en güzelini, en iyisini ayırıp seçer.
Amellerin hayırlısını ve kulların güzîdesi olan Peygamberleri ve
kıssaların iyisini zikreder. Ve helâl ve haramı beyân eder.
Artık, Allah’a ibâdet ediniz ve Ona hiç bir şeyi şerik
etmeyiniz. Ondan hakkıyla sakınınız.
“Hayırlı işler işleyiniz ve bu iyi işleri diliniz de te’yid
etsin.
“Allah’ın kelâmı ile birbirinizi seviniz. Muhakkak bilmelisiniz
ki, Allahü Taâla ahdini bozanlara gazab eder. Allah’ın selâmı
üzerinize olsun.”1
Akabe’deki bîatta Medineli Müslümanlar, Resûl-i Ekrem Efendimiz
kendi beldelerine geldiği zaman, her cihetle onu koruyacaklarına
dâir söz vermişlerdi.
Önce, Resûl-i Ekrem onların yurduna gelip bir müddet Kuba’da
ikamet buyurduktan sonra, bu sefer bizzat Medine’ye girmek üzere
bulunduğundan, artık onların sözlerini yerine getirme vakti
gelmiş demekti.
Bu sebeple Resûlullah Efendimiz, ikinci hutbesinin sonunda
Cenâb-ı Hakkın, ahdini bozanlara gazab edeceğini beyân etmekle
sözlerine son veriyordu.
* * *
Medine'ye Giriş
Peygamber Efendimiz, Rânûna mevkiinde Cuma namazını kıldıktan
sonra tekrar devesine bindi ve yularını boynuna doladı.
Arkasında Hz. Ebû Bekir, etrafında ise Neccaroğulları yiğitleri
ile Medineli Müslümanlar yer alıyordu. Kimi yaya, kimi binekli
olan Müslümanların sevinç ve tekbir getirişlerinden âdeta yer
gök inliyordu.
Fahr-i Âlem, devesinin üzerinde ağır ağır Medine içlerine doğru
ilerliyordu. Sevinç dalgaları şehrin her tarafını sarmıştı.
İslâma merkez olma şerefine erecek bu kudsî şehir, sürûrundan
âdeta çalkalanıyordu. Kâinatın Efendisini sînesine alışın, ona
yurt ve hicret yeri olmanın sevincini yaşıyordu.
Kadınlar, çocuklar söyledikleri şiirlerle manzaraya bir başka
tatlılık katıyorlardı. Dillerinden düşmeyen mısralar şunlardı:
“Veda yokuşundan doğdu dolunay bize.
“Allah’a yalvaran oldukça, şükretmek gerekir mes’ud halimize,
“Ey bize gönderilen yüce peygamber, sen,
“İtaat etmemiz gereken bir emirle geldin bize.”1
Medine halkı, etrafa pırıl pırıl nurlar saçan Hz. Resûlullahın
mübârek yüzünü görmek için sokaklara dökülmüştü. Çocuklar,
bayramlıklarını giymişler, neşe ve sevinç içinde oynuyorlardı.
Evlerinin damından kadınlar, yollarda erkekler ona, “Hoşgeldin”
diyorlardı:
“Muhammed geldi! Yâ Muhammed! Yâ Resûlallah!
Yâ Muhammed, Yâ Muhammed!”2
Bu kalbî ve duygulu tezahürat arasında Peygamberimiz tevazu ve
vakarı birleştiren müstesna bir eda içinde Kasvâ’nın üstünde
yoluna devam ediyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz ilerlerken, önünden geçtiği her evin
sahibi, kendisini evinde misafir etme şerefine nâil olmak
istiyor ve devesinin yularını tutup, “Yâ Resûlallah, bize
buyurun” diyordu.
Efendimiz ise, mübârek tebessümleri arasında, “Hayra erin,
deveye yol verin. Ona gideceği yer buyurulmuştur” diye cevap
veriyordu. O mübârek hayvan da sağa ve sola bakarak
kendiliğinden gidiyordu.
Yuları boynuna dolanmış Kasvâ, ilerleyerek Malik bin
Neccaroğullarına ait develerin yanına kadar gitti ve oradaki boş
bir arsaya çöktü.
Peygamber Efendimiz, üzerinden hemen inmedi. Deve az sonra ayağa
kalktı, biraz ilerledikten sonra birdenbire geriye döndü ve ilk
çöktüğü yere geldi. Oraya tekrar çöktü ve artık kalkmadı.
Boynunu ve göğsünü yere uzatarak tatlı tatlı böğürmeye ve sağa
sola debelenmeye başladı.
Dikkatler Kasvâ’nın üzerine çevrilmişti. Resûl-i Ekrem, onun
çöktüğü yere mi misafir olacaktı, yoksa başka bir yere mi? Henüz
kimsenin bu hususta bilgisi yoktu.
O sırada Neccaroğullarının mini mini masum kız çocukları, defler
çalarak Sevgili Efendimize “hoşâmedi” ediyorlardı:
“Biz Neccaroğulları kızlarıyız.
Muhammed’in akrabalığı, komşuluğu ne hoştur.”1
Resûl-i Ekrem, bu masum yavruların samimî duygu ve sevinçlerini
gülümseyerek karşıladı ve “Beni seviyor musunuz? diye sordu.
Hep bir ağızdan, “Evet, seni seviyoruz, yâ Resûlallah” dediler.
Kâinatın Efendisi ise, “Allah biliyor ki, ben de sizi seviyorum.
Vallahi, ben de sizi seviyorum. Vallahi, ben de sizi seviyorum.
Vallahi, ben de sizi seviyorum” buyurdu.
Medineli Müslümanlardan her biri Fahr-i Âlem Efendimizin
hanesine şeref vermesini can u gönülden istiyordu. Hatta bir ara
Kasvâ çöktüğü zaman, Cebbar bin Sahr, kaldırmak için ayağıyla
ona vurdu. Bunu farkeden Hz. Ebû Eyyûb el-Ensari hiddete gelerek
şöyle dedi:
“Ey Cebbar! Sen benim evimin önünden kaldırmak için ona vurdun.
Resûlullahı hak dinle gönderen Allah’a yemin ederim ki,
İslâmiyet mâni olmasaydı sana kılıçla vururdum.”
Peygamberimiz Ebû Eyyûb’un evinde
Kasvâ, ikinci sefer çöküp yerinden kalkmayınca, Peygamber
Efendimiz, “İnşaallah menzilimiz burasıdır” buyurarak indi.
Böylece, İslâm ve cihân tarihinin kaydettiği en parlak
hâdiselerden biri olan Hicret-i Muhammediye (a.s.m.) bu inişle
sona eriyordu.
Müslümanlar merak ve heyecan içinde bekliyorlardı. Acaba
kâinatın medar-ı iftiharı olan Resûl-i Kibriyâ kimin evini
şereflendirecekti? Hepsinin göz ve gönüllerinde sevinç dalga
dalga idi. Bu sevince Kâinatın Efendisini evlerinde misafir
etmek hadsiz şerefini de katmak istiyorlardı.
Peygamber Efendimiz etrafını saranlara, “Akrabalarımızdan
hangisinin evi buraya daha yakındır?” diye sordu.
Neccâroğullarından Ebû Eyyûb el-Ensâri Hazretleri sevinç ve
heyecanla ortaya atıldı:
“Yâ Nebiyyallah! Benim evim daha yakındır. İşte şu evim, şu da
kapısı” diyerek gösterdi.
Sonra da, “Müsâade buyurursanız, devenizin üzerindekileri oraya
taşıyayım” dedi ve Kasvâ’nın yükünü indirip palanını soydu ve
evine taşıdı.
Bunun üzerine Peygamber Efendimiz de, “Kişi bineğinin ve
ağırlığının yanında bulunur” buyurdu ve Ebû Eyyub el-Ensarî’ye,
“Git, bizi kabul için yer hazırla!” diye emretti.1
Bu esnâda Medineli Müslümanların ileri gelenlerinden olan Es’ad
bin Zürâre Hazretleri de teberrüken Kasvâ’yı alıp kendi evine
götürdü.
Hz. Eyyûb el-Ensarî, derhal gidip evini hazırladı ve gelip
Efendimize, “Yâ Resûlallah! İkinize de yer hazırladım. Allah’ın
bereketi ile ikiniz de yerinize buyurunuz” dedi.2
Sevgi tezahürleri arasında Resûl-i Ekrem Efendimiz de kalkıp Ebû
Eyyûb el Ensarî Hazretlerinin hânesine gitti. Böylece Kâinatın
Efendisini ağırlama eşsiz şerefi bu aziz Sahabîye nasib
oluyordu.
Fahr-i Âlem Efendimizin, Medine’ye teşrifiyle vatanlarından ayrı
düşüp de gönülleri mahzun olan Muhacirlere taze kan geldi.
Ensarın yüzü ve gönlü sürûra gark oldu. Medine ise sevinçten
çalkalandı ve âdeta bir bayram havasına büründü. Ashab-ı
Kiramdan Bera bin Azib, o müstesna gündeki sevinç ve heyecanı şu
cümlelerle anlatır:
“Resûlullah (a.s.m.) Medine’ye gelince, Medinelilerin onun
gelişine sevindikleri kadar, hiç bir şeye öylesine
sevindiklerini görmedim. Kadınların, çocukların, ‘İşte
Resûlullah geldi. İşte Muhammed (a.s.m.) geldi’ diyerek
sevinçten coştuklarını müşâhede ettim.”3
O zaman henüz bir çocuk olan Ensardan Enes bin Mâlik ise şu
sözlerle o günün azamet ve parlaklığını nazara vermek ister:
“Ben, Resûlullahın (a.s.m.), Medine’ye girdiği günden daha
güzel, parlak ve daha azametli hiç bir gün görmedim.”1
Mihmandar-ı Fahr-i Âlem Hz. Eyyûb el-Ensarî Hazretleri der ki:
“Resûlullah, evime şeref verdiği zaman, alt kata inmişti. Ben ve
zevcem Ümmü Eyyûb ise yukarı katta bulunuyorduk. ‘Anam, babam,
sana fedâ olsun, yâ Resûlallah! Ben, benim yukarıda olmamı,
senin ise alt katta bulunmanı hoş görmüyorum. Bu durum bana çok
ağır geliyor. Sen yukarı çık, orada bulun! Biz de aşağı inelim,
orada oturalım’ dedim.
“Resûlullah, ‘Yâ Ebâ Eyyûb! Evin alt katında bulunmamız, bize
daha uygun ve münasibdir’ dedi ve alt katta oturdu. Biz de
meskende onun üstünde bulunuyorduk.
“O sırada içinde su bulunan testimiz kırıldı. Resûlullahın
üzerine damlayıp, onu rahatsız etmesinden korkarak zevcemle tek
örtüneceğimiz kadife yorganımızı hemen suyun üzerine
bastırdık.”2
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, fazla ziyaretçi geleceği ve onlarla
rahat görüşüp konuşabilme düşüncesiyle alt katta kalmayı münasib
görmüştü. Ancak, büyük îmân sahibi Hz. Ebû Eyyûb ve zevcesinin
gönlü bir türlü rahat etmiyordu. “Fahr-i Âlem alt katta, bizler
üst katta, bu nasıl olur?” diye düşünüyor ve bundan son derece
sıkılıyorlardı.
Hz. Ebû Eyyûb, bir gece uyandı ve bu duygunun tesiriyle bir
türlü uyuyamadı. Ufak tefek eşyalarını evin bir başka tarafına
taşıdılar ve orada uykusuz sabahladılar.
Sabah olunca, Hz. Ebû Eyyûb, olanları Efendimize anlattı.
Peygamber Efendimiz yine, “Aşağısı bana daha uygundur” dedi.
Fakat, büyük Sahabî buna daha fazla tahammül edemedi ve “Yâ
Nebiyyallah! Ben yukarıda, siz aşağıda olmaz” dedi.
Bunun üzerine Resûl-i Kibriyâ Efendimiz üst kata, Ebû Eyyûb ve
zevcesi Ümmü Eyyûb ise alt kata taşındılar.1
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Ebû Eyyûb el-Ensarî Hazretlerinin
mütevazi evinde tam yedi ay ikâmet buyurdu. Bu zaman zarfında
Medineli Müslümanlar, bu eve yemekler taşımada ve Efendimizin
ihtiyaçlarını yerine getirmede birbirleriyle âdeta yarışırlardı.
Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evine yerleşen Fâhr-i Âlem
Efendimize, Medineli Müslümanlar her gün muntazaman yemek
getirirlerdi. Hz. Ebû Eyyûb ve ailesi ise devamlı akşam
yemeklerini hazırlarlardı. Hazırladıkları yemeklerden geri
kalanını ise teberrüken yerlerdi.
Yine bir gece soğanlı ve sarımsaklı bir yemek yapıp
göndermişlerdi. Resûlullah yemeği geri çevirdi.
Ebû Eyyûb (r.a.), yemekte Resûlullahın parmaklarının izini
görmeyince feryâd ederek yanına gitti, “Yâ Resûlallah! Anam,
babam sana fedâ olsun. Sen akşam yemeğini niçin geri çevirdin?”
dedi.
Resûlullah, “O sebzede bir koku hissettim. Ondan yemedim. Ben
arkadaşım Cebrâil’i rahatsız etmek istemem” buyurdu ve ilâve
etti:
“İnsanı rahatsız eden şeyden, melekler de rahatsız olurlar.”
Bunun üzerine Ebû Eyyûb, “Yâ Resûlallah! Yoksa o yemek haram
mıdır?” diye sordu.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, “Hayır! Fakat, ben kokusundan dolayı
ondan hoşlanmadım”2 buyurdu.
Ebû Eyyûb Hazretleri de, “Senin hoşlanmadığın şeyden ben de
hoşlanmam” dedi.1
Mu’cizeli bir yemek ziyafeti
Resûl-i Kibriyâ Efendimizin, Hz. Ebû Eyyûb el-Ensarî’nin evinde
kaldığı sıradaydı. Hz. Ebû Eyyûb, Nebiyy-i Muhterem Efendimizle
Hz. Ebû Bekir-i Sıddıka kâfi gelecek iki kişilik yemek yapıp
getirmişti.
Peygamber Efendimiz ona, “Git, Ensârın eşrafından bana otuz kişi
çağır!” diye emretti.
Hz. Ebû Eyyûb emri yerine getirdi. Otuz kişi gelip yediler.
Sonra yine fermân etti: “Altmış kişi daha çağır!”
Hz. Ebû Eyyûb altmış kişi daha davet etti. Onlar da gelip
yediler. Efendimiz sonra tekrar, “Yetmiş kişi daha çağır!” diye
ferman etti.
Hz. Ebû Eyyûb bu emri de yerine getirdi. Yetmiş kişi daha gelip
yediler.
Hz. Ebû Eyyûb der ki:
“Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mu’cize karşısında
İslâmiyete girip bîat ettiler. O iki kişi için yaptığım
yemeğimden yüz seksen adam yediler.”2
Bu, Resûl-i Kibriyâ Efendimizin mu’cizeli bir yemek ziyâfeti
idi. Berekete dâir olan bu mu’cizeler gösteriyor ki, “Muhammed-i
Arabî Aleyhissalatü Vesselâm umuma rızk veren ve rızıkları
halkeden bir Zât-ı Rahîm ve Kerîm’in sevgili me’murudur; pek
hürmetli bir abdidir ki, rızkın envâında, hilâf-ı âdet olarak,
ona hiçten ve sırf gaybdan ziyâfetler gönderiyor.”3
Hicrî tarih
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz Medine’ye hicret ettiklerinde
Müslümanların kullandıkları kendilerine mahsus bir tarihleri
yoktu. Bunun üzerine Efendimizin hicretini başlangıç kabul
ederek, “Resûlullahın gelişinden bir ay, iki ay sonra” diye
Hicrî tarih kullanmaya başladılar.
Hz. Resûl-i Ekremin dâr-ı bekâya irtihâline kadar da bu suretle
kullanıldı. Fakat, sonra kesildi, kullanılmadı. Hz. Ebû Bekir’in
hilâfeti zamanı ile Hz. Ömer’in hilâfetinin dört senesi böyle
geçti. Sonra resmî muâmeleler ve medenî münasebetlerin
vakitlerini belli etmeye ve tâyinine ciddi gerek duyuldu.
Bunun üzerine Hz. Ömer, Ashabı topladı. Onlarla istişâre etti.
Sa’d bin Ebî Vakkas Hazretleri Peygamberimizin vefâtı zamanının
esas alınmasını, Talha bin Ubeydullah Hazretleri Efendimizin
Peygamber olarak gönderiliş tarihini, Hz. Ali Resûl-i
Kibriya’nın Medine’ye hicretlerini, başkaları ise Efendimizin
doğum gününü tarihe başlangıç olarak kabul edilmesini teklif
ettiler.
Hicretin on yedi veya on altıncı yılında toplanan bu şurânın
müzâkereleri neticesinde Hz. Ali’nin teklifi üzerine ittifak
edildi. Ancak hangi ayın başlangıç olarak kabul edileceği
hususunda bir mutabakata varılmadı. Abdurrahman bin Avf
Hazretleri, “Haram Ayların” ilki olduğu için Receb’i, Talha bin
Ubeydullah Müslümanların mübârek ayıdır diye Razaman’ı, Hz. Ali
(r.a.) ise sene başıdır diye Muharrem’i başlangıç olarak teklif
etti. Bu hususta da yine Hz. Ali’nin teklifi kabul edildi.
Böylece Kamer senesi esas ve Hicret tarihi başlangıç kabul
edilerek Müslümanlar kendilerine mahsus bir takvim tanzim etmiş
oldular.1
* * *
Mekke Devrinin Bir Hulâsası
Resûl-i Ekrem Efendimizin Medine’ye hicretleriyle on üç senelik
Mekke devri geride kalmış oluyordu. İslâm tebliğ tarihinde mühim
bir yer işgal eden bu devreyi burada tekrar özetlemek, hususan
Peygamber Efendimizin bu devredeki tebligatını bir kere daha
nazara vermekte bir çok faydalar vardır.
Resûl-i Ekrem Efendimiz, Miladi 610 yılında Cenâb-ı Hak
tarafından peygamber olarak vazifelendirildiği zaman o günün
Arap cemiyeti bütün dünya ile birlikte tarihinin en karanlık ve
vahşetli devrini yaşıyordu. İçinde bulunduğu cemiyeti ve bütün
insanlığı bu zulmet ve vahşetten kurtarma vazifesi ise
Efendimizin omuzuna tevdi ediliyordu.
Onu peygamber olarak gönderen Cenâb-ı Hak, aynı zamanda İslâmı
neşretme ve yaşayıp yaşatma vazifesinde nasıl hareket etmesi
gerektiğini de bildiriyordu. Peygamber Efendimiz de bu emirlere
göre hareket tarzını tayin ve tesbit ediyordu.
Hayata her yönüyle yep yeni bir düzen ve şekil vermeye
müteveccih bir tebligâtın pek kolay olmayacağı muhakkaktı. Hele
o zamanın vahşi âdetlerine son derece mutaassıp ve inatçı Arap
cemiyeti içinde bu işin daha da güç olacağında şüphe yoktu.
İçinde yaşadığı cemiyetin hususiyetlerini, mizaç ve fikirlerini
çok iyi bilen Resûl-i Ekrem Efendimiz, bu sebeple peygamberlikle
vazifelendirilir vazifelendirilmez ortaya atılıp açıktan dâvete
girişmedi. Peygamberliğini ve İslâm dinini açıktan ilân etmedi.
Bunun yapılabilmesi için zamana ihtiyaç olduğu kadar, lehte de
bazı şartların doğması gerekiyordu.
Resûl-i Kibriyâ Efendimiz îmân ve İslâma dâvete ilk önce en
yakınlarından başladı. İlk defa zevcesi Hz. Hatice-i Kübrâya
anlattı. Hz. Hatice onun peygamberliğini tasdik ederek derhal
Müslüman oldu. Daha sonra yine en yakını olan ve dört beş
yaşlarından beri yanında ve terbiyesinde bulunan Hz. Ali’yi
İslâma dâvet etti. O da İslâmla müşerref oldu. Bundan sonra
âilesi dışında en çok güvendiği Hz. Ebû Bekir geliyordu. Hz. Ebû
Bekir vasıtasıyla da birçok kimse İslâma girdi.
Gizli dâvet devresinde Peygamber Efendimiz bizzat son derece
tedbirli ve ihtiyatlı davrandığı gibi, ilk Müslümanlara da aynı
tedbir ve ihtiyatı göstermelerini ısrarla tavsiye ediyordu. Ebû
Zerr-i Gıfârî Müslüman olduğu zaman ona tavsiyesi şu olmuştu:
“Yâ Ebâ Zerr, sen şimdi bu işi gizli tut ve memleketine dön,
git! İşi açığa vurduğumuzu haber aldığın zaman gel.”1
Efendimizin bu tavsiyesindeki hikmet ve sebebi, îmânından gelen
coşkunlukla bir anda düşünemeyen Ebû Zerr, henüz zamanı
değilken, Mescid-i Harama gidip açıktan açığa Müslümanlığını
ilân ederken, müşriklerin öldürücü darbelerinden ancak Hz.
Abbas’ın yardımıyla kurtulabilmişti.2
Hz. Resûlullah, tam 3 sene böyle gizlice tebligâtına devam etti.
Bu zaman zarfında İslâm safında yer alanların sayısı ancak 30
kadardı.
Bu devre, “Önce en yakın akrabalarını azaptan sakındır”3
meâlindeki âyet-i kerimenin nazil olmasıyla sona erdi. Bundan
sonra Efendimiz, emr-i İlâhi gereğince en yakın akrabalarını
İslâm ve îmâna dâvet etmeye başladı. Önce,
Abdülmuttaliboğullarını bir araya toplayıp onlara davasını
anlattı.
Bundan sonra tebliğ dâiresini biraz daha genişletti ve ilk defa
Safâ Tepesinden Mekkelilere seslendi. Onları Allah’ın birliğine
îmâna ve peygamberliğini tasdike dâvet etti. Bu dâvete icabet
edenler çıkmadığı gibi, üstelik Ebû Leheb işi daha da ileriye
götürerek Efendimize hakarete yeltendi. Fakat Peygamber
Efendimiz îmân ve İslâmı anlatmaktan, insanları Allah’ın
birliğine îmâna ve risâletini tasdike, ara vermeden bütün
gayretiyle devam etti.
Cenâb-ı Hak indirdiği âyet-i kerimelerle, İslâmı neşretme ve
yaşayıp yaşatma vazifesinde Peygamberimizin hareket tarzını da
tesbit ediyordu.
Mekke’de nazil olan âyetlerin özellikle iki ana hedefi vardı:
(1) Allah’ın varlık ve birliğine, (2) Ba’se, yâni öldükten sonra
tekrar dirilmeye îmânı, akıl, kalb ve ruhlara nakşetmek.
Peygamber Efendimiz de, mesâisini bu iki ana hedef üzerine
teksif etmişti. İnsanları Allah’ın varlık ve birliğine îmâna
dâvet ediyor, onlara öldükten sonra tekrar dirileceklerini ve
kabirden sonra yeni bir hayatın başlayacağını haber veriyordu.
Bunlardan başka da Peygamberimizin karşı karşıya bulunduğu ve
halletmesi gereken meseleler vardı. Fakat, en önemlisi bunlardı.
Bunlar halledilmedikçe halkın zihninde, kalb ve ruhunda bu iki
muâzzam mesele tesbit edilmedikçe diğer içtimâi meselelerin
halli de mümkün değildi. Nitekim o, bilâhere bu meseleri teker
teker halletmek yolunu tuttu ve bunda muvaffak da oldu.
Peygamberimiz herşeyden önce, Allah’tan aldığı emir gereği bütün
enerjisini, cemiyetin noksan bulunan temel anlayışı te’sis
etmeye, bütün insanlığı Allah’a îmâna ve ona mutlak itâate
hasretti. Çünkü, şirk inancını kafalardan sökmedikçe hak ve
hakikatı kalblere yerleştirmek mümkün değildi. Bu temelde
bozukluk olunca hiç bir İslâm davası muvaffak olamazdı.
Bunun içindir ki, Hz. Resûl-i Ekrem, insanlığın en asil
hissiyatına ve ahlâk duygusuna hitap ederek, bu kâinatın yegane
Hâlık ve Mâlikinin Allah olduğunu telkin ile işe başladı. Onun
iradesinden başka itaat edilecek, önünde baş eğilecek hiç bir
kuvvet ve kudret bulunmadığını ortaya koydu. Bunu tebliğ ederken
de dâvasından tâviz vererek hemen bir muhit hazırlamak veyahut
hâkim bir kuvvete dayanmak gibi bir şeye lüzum hissetmedi.
Doğrudan doğruya insanlığa “Tevhid” inancını sundu. “Lâ ilâhe
illallah deyiniz, kurtulunuz” diye insanlığa hitap etti.
Resûl-i Ekrem Efendimizin bu dâveti haliyle cemiyete hâkim
durumda bulunan kuvvetli, zengin ve nüfûzlu kimselerin işine
gelmedi. Dünyanın zâhiren tatlı, fakat mânen zehirli bir bal
hükmünde olan gayr-ı meşru lezzetlerinden vazgeçmek
istemiyorlardı. Açıkçası, menfaatlarının devamını, eski
yaşayışlarının idâmesinde görüyorlardı. Bu sebeple Peygamber
Efendimize (a.s.m.) muhalefete başladılar.
Önceleri, Peygamber Efendimizi cemiyetten tecrid etmek, kendi
başına bırakmak, anlattıklarını ciddiye almamak ve onunla
istihza etmek yoluna gittiler. Ne var ki, onun telkin ettiği
muazzam hakikatların etrafındaki mü’minler halkası günden güne
genişliyordu. Bunu görünce telaşlandılar. Bu sefer taktik
değiştirdiler. Aleyhte propagandaya başladılar. Türlü türlü
iftirâ ve isnadlara kalkıştılar. Resûl-i Ekrem Efendimize
“sâhir, kâhin, şâir” dediler. Fakat bunların hiç birisi tutmadı.
Bu iftira ve isnadlarına rağmen hak ve hakikata inanmışların
saflarının sıklaştığını gördüler.
Bu sefer açık ve tecavüzkâr hareketlere teşebbüs ettiler.
Peygamber Efendimizle Müslümanları Kâbe’de namaz kılmaktan
menediyorlar, üzerlerine mundar şeyler atıyor, namaz
kılacakları, oturacakları yerlere ve gidip geldikleri yollara
dikenler saçıyorlardı. Zâif, fakir ve kimsesiz Müslümanları
zulüm, işkence altında inletiyorlardı. Bazıları bu işkenceler
altında can vererek yüce şehâdet mertebesine ulaşıyordu.
Bu duruma tahammül etmek oldukça zordu. Üstelik Müslümanlar
sayıca az, kuvvetçe zayıf bulunuyorlardı. Bu sebeple yapılan
eziyet ve hakaretlere karşı koyma durumuna da giremiyorlardı.
Böyle bir durum, yok olmalarını netice verebilirdi.
Bütün bu zorluklara ve her türlü aleyhteki şartlara rağmen Hz.
Resûlullah, durmadan dinlenmeden İslâm dinini tebliğ ediyordu.
Sâir Müslümanlar gibi o da müşriklerin eziyet, işkence ve
hakaretlerine maruz kalıyordu. Fakat buna rağmen Allah’tan
aldığı emir gereği sabrediyor ve dâvasını tebliğden asla
vazgeçmiyordu.
Cenâb-ı Hak, işkence, eziyet ve hakaretlerin her türlüsüne maruz
kalan Müslümanlara, gönderdiği âyet-i kerimelerle devamlı sabrı
tavsiye ediyordu. “Sabret; Allah’ın vaadi haktır. Gerçekten îmân
etmiş olmayanlar sakın sana sabırsızlık ve gevşeklik vermesin.”1
Bir başka âyet-i kerimede Efendimize şöyle hitap ediliyordu:
“Sen güzel bir sabırla sabret”2
Bütün bu emirler gereği Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Mekke
devrinde kendisine yapılan haksız muâmelelere aynıyla cevap
vermediği, mukabele-i bilmisilde bulunmadığı gibi, mü’minlere de
uğradıkları eziyetlerden dolayı fevri hareket etmemelerini ve
herhangi bir maddi mukabeleye girişmemelerini emir ve tavsiye
ediyordu.
Bunun en açık bir misali Yâsir âilesine yaptığı tavsiyedir.
Bir gün, Yâsir âilesine toptan işkence ediliyordu. O sırada
Peygamber Efendimiz onları görünce, “Sabredin, ey Yâsir âilesi!
Sizin mükafâtınız Cennettir”3 buyurmuştu.
Yine bir gün uğradığı eziyet ve işkencelerden âdetâ bunalan
Habbab bin Eret (r.a.) kendisine şikâyette bulunduğunda
Peygamber Efendimiz şu cevabı vermişti:
“Sizden önce yaşayanlar arasında öyleleri vardı ki, bazılarının
vücutları kemiklerine kadar demir taraklarla tarandığı,
bazılarının gövdeleri başlarının ortasından testerelerle ikiye
bölündüğü halde, bu yapılanlara yine de sabrettiler,
îmânlarından vazgeçmediler. Allah, muhakkak İslâmiyeti
tamamlayacak ve üstün kılacaktır. Öyle ki, hayvanına binip
San’a’dan Hadremut’a kadar tek başına giden bir kimse Allah’tan
başkasından korkmayacak, koyunları hakkında da, kurt
saldırmasından başka hiç bir korku duymayacaktır. Fakat, siz
acele ediyorsunuz.”1
Yine İkinci Akabe Bîatı sırasında Medineli Müslümanlardan biri,
“Yâ Resûlallah! İstersen, yarın sabah kılıcımızı sıyırır Mina’da
bulunan halkın üzerine yürürüz” dediği zaman Peygamber
Efendimiz, “Hayır. Bize henüz bu şekilde hareket etmemiz
emrolunmadı” cevabını vermişti.
Görülüyor ki, Peygamber Efendimiz ve Müslümanların Mekke
devrinde en büyük silahları her şeye rağmen “sabır”dı.
Nitekim bu sabrın müsbet neticeleri kısa zamanda görüldü.
İşkenceye uğrayan Müslümanlar lehinde müsbet bir hava uyandı. Bu
havanın tesiriyle, Müslümanlar safında yer alanlar bile oldu.
Hz. Hamza, böyle bir durum sonunda İslâmla şereflenmişti.
Hz. Hamza, birgün Ebû Cehil ve birkaç müşrikin Peygamberimize
hakaret ettiğini duymuştu. Son derece hiddete gelmiş ve doğruca
Kâbe’nin yanında bir topluluk içinde oturan Ebû Cehil’in yanına
vararak yayını kaldırıp şiddetle başına çalmış, başını yarmış ve
“Sen misin ona sövüp sayan? İşte ben de onun dinindeyim. Onun
söylediklerini söylüyorum. Kendine güveniyorsan, ona
yaptıklarını bana da yap göreyim” demişti. Sonra Peygamberimizin
yanına varmış ve Müslüman olmuştu.2
Müşrikler bir ara Müslümanlar üzerindeki baskı ve işkencelerini
öylesine arttırdılar ki, Peygamber Efendimiz Mekke’nin münasip
bir yerinde ibadetlerini rahatça yapabilecek ve İslâmiyeti
serbestçe yayabilecek bir yer bulmak zorunda kaldı. Bunun için
Erkam bin Ebi’l-Erkâm‘ın evini merkez yaparak hizmetine burada
devam etti. Burada bir çok kimse Müslüman oldu.
Peygamber Efendimizin herşeye rağmen dâvasını anlatmaktan
vazgeçmediğini gören müşrik ileri gelenleri bu sefer amcası Ebû
Tâlib vasıtasıyla işi halletme yoluna gitmek istediler. Ona
başvurarak, “Yâ Ebâ Tâlib! Kardeşinin oğlunu ya bu dâvasından
vazgeçir; bizim ilâhlarımızı kötülemesin. Ya da onunla aramızdan
çekil” dediler.
Ebû Tâlib durumu anlatınca Peygamber Efendimiz (a.s.m.) ona şu
cevabı verdi:
“Amca! Vallahi, bu işi bırakmak için güneşi sağ elime ayı da sol
elime koyacak olsalar, ben yine onu bırakmam. Ya Allah Taâla,
onu bütün cihana yayar, vazifem biter; ya da bu yolda ölür,
giderim.”1
Müşrikler artık Resûl-i Kibriyâ Efendimizi tehditlerle, baskı ve
zorla dâvasından vazgeçiremeyeceklerini kesinlikle anlamışlardı.
Yine takdik değiştirdiler. Efendimize mal, mülk, servet, makam
ve reislik teklif ettiler. Fakat Resûlullahın bunların hiç
birine iltifat etmediğini ve aynı hızla İslâmiyeti anlatmaya
devam ettiğini gördüler.
Resûl-i Ekrem ve Müslümanların, başından beri müşriklerin
eziyet, hakaret, işkence ve su-i kastlarına sabır ile mukabele
ettiklerini belirtmiştik. Ne var ki, sabrın da bir hududu vardı.
Müslümanlara revâ görülen eziyet ve işkenceler de artık sabır
hududunu aşma raddesine gelmişti. Bu sebeple Resûl-i Ekrem
Efendimiz, Habeşistan’a hicret etmelerini tavsiye buyurdu:
“Habeşistan’a gidin. Zira orada çok âdil bir hükümdar var. Onun
yanında kimseye zulmedilmez, orası adâlet ve doğruluk diyarıdır.
Allah bu durumdan bir çıkış yolu yaratıncaya kadar orada
kalın!”2
Bunun üzerine dinlerini yaşamak ve neşredebilmek gayesiyle
Müslümanlar iki kafile halinde Habeşistan’a hicret ettiler.
Her zaman olduğu gibi, bu safhada da Peygamber Efendimiz,
kemiyetten ziyade keyfiyete, tabiri câizse vasıflı ve nüfuzlu
kimseler kazanmaya daha çok ehemmiyet veriyordu: “Allah’ım! Bu
dini Ömer ibn-i Hattab veya Amr bin Hişam (Ebû Cehil) ile
kuvvetlendir” duâları bunun açık bir misalidir.
İçinde bulundukları cemiyetin ileri gelenlerinden olan Ömer bin
Hattab da, Ebû Cehil de İslâmiyetin en şiddetli düşmanı,
Peygamber Efendimizin en ateşli muarızı idiler. Bu ikisinden
birinin Müslüman olması demek, İslâm dâvası önündeki engellerin
büyük ölçüde ortadan kalkması demekti. Nitekim, bu duâdan kısa
zaman sonra Hz. Ömer Müslümanlar safında yer alınca İslâmiyetin
ilân ve kuvvet bulmasına vesile oldu. Müşrikler, Müslümanlar
üzerindeki baskı ve işkencelerini bir derece gevşetme
mecburiyetinde kaldılar. Müslümanlar da artık, kenarda köşede
saklanmaya, ibadetlerini korku içinde gizli gizli yapmaya lüzum
hissetmemeye başladılar.
Aradan bir müddet geçtikten sonra Efendimizi himayesinde
bulunduran amcası Ebû Tâlib’in vefatını müşrikler fırsat
bildiler. Tecâvüzlerini kat kat arttırdılar. Hz. Resûlullahın
durumu aleyhinde artan bu gayretler neticesinde son derece
müşkil bir hal almıştı. Evinden nadiren çıkar olmuştu. Bu
vaziyet karşısında dini neşretmek için Mekke’den daha emin bir
yer temin etmek maksadıyla Taif’e gitti. Ne var ki, buradaki
bütün temaslarına rağmen istediği zemini bulamadı. Dâvetine
icabet etmeyen Tâifliler üstelik onu taşladılar, kan revan
içinde bıraktılar. Buna rağmen âlemlere rahmet olarak gönderilen
Peygamber Efendimiz onlara bedduâ etmedi ve “Rabbimden istediğim
müşriklerin sulbünden bu dine hizmet edecek kimseler
halketmesidir” diye niyazda bulundu.
Peygamber Efendimizin Mekke’de, İslâmın ilk senelerinde göze
çarpan mühim diğer hareketi, her yıl hac mevsiminde Mekke’ye
gelen kabileler ile gizlice görüşerek, onlara Kur’an okuması ve
İslâm dininin esaslarını telkin etmesi idi. Kabileler arasında
dolaşması esnasında da Kureyşli müşrikler yine peşini
bırakmayarak türlü türlü iftira ve isnadlarla halkı onu
dinlemekten vazgeçirmeye çalışıyorlardı.
Fakat, onların bütün bu gayretleri boşa çıktı. Resûlullahın
gönüllerin fethi ile büyüyen dâvası gittikçe yayılıp Mekke’nin
dışına taştı ve Medine ufuklarında parlamaya başladı.
Hicret ile de Müslümanlar için yep yeni bir devir başlamış oldu.
|