Peygamber Efendimizin
Dünyaya Gelişine Kadar Cereyan Eden Hâdiseler
Resûl-i Ekrem Efendimizin Pâk Nesebleri
Cenâb-ı Hak, insanlığın babası Hz. Âdem’i yaratmıştı.
Başını kaldırıp bakan Âdem (a.s.), Arş-ı A’lâda muazzam bir nur
ile bir isim yazılı gördü: "Ahmed." Merak edip sordu:
"Ya Rabbi, bu nur nedir?"
Allah Teâla buyurdu:
"Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nûrudur ki, onun ismi
göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer, o olmasaydı, seni
yaratmazdım!"1
İmanımızla kabul ettiğimiz bu muazzam gerçeği, milyarlar sene
sonra gelen o nûrun sahibi de, bütün açıklığıyla ifâde
buyurmuşlardır.
Bir gün Ashabdan Abdullah bin Câbir (r.a.), "Yâ Resûlallah,"
dedi, "bana, Allah’ın herşeyden evvel yarattığı şey nedir,
söyler misin?"
Şu cevabı verdiler:
"Herşeyden evvel senin Peygamberinin nûrunu, kendi nurundan
yarattı. Nur, Allah’ın kudreti ile dilediği gibi gezerdi. O
zaman ne Levh-i Mahfuz, ne kalem, ne Cennet, ne Cehennem, ne
melek, ne semâ, ne arz, ne güneş, ne ay, ne insan ve ne de cin
vardı."2
Semâyı bütün haşmetiyle aydınlatan nûr, sonra ilk olarak Hz.
Âdem’in alnında parladı. Sonra peygamberlerden peygambere
geçerek İbrâhim’e (a.s.) kadar geldi. Ondan da oğlu Hz. İsmâil’e
intikal etti.
Peygamberlerin babası olarak anılan Hz. İbrahim’in iki oğlu
vardı: İshak ve İsmâil (a.s.). O, oğlu İshak’ın neslinden bir
çok peygamberin geleceğini Cenâb-ı Hakkın ilhâmıyla bilmişti.
Ancak çok sevdiği Hacer’den dünyaya gelen oğlu İsmâil’in (a.s.)
neslinden peygamber gelip gelmeyeceği meçhûlü idi. Bununla
birlikte âhirzamanda bir büyük peygamberin gönderileceğini de
biliyordu. Bu sebeple de, son peygamberin çok sevdiği oğlu
İsmâil’in neslinden gelmesini şiddetle arzu ediyordu.
İlk bânisi Hz. Âdem olan yeryüzünün ilk ma’bedi Kâbe, uzun
zamanın geçmesiyle yıkılmış, âdeta yerle bir olmuştu. Hz.
İbrâhim, bu mukaddes binânın tekrar inşası için Cenâb-ı Haktan
emir aldı ve oğlu İsmâil’le birlikte derhal çalışmaya koyuldu.
Kâbe’nin inşâsı tamamlanınca, baba oğul ellerini dergâh-ı
İlâhîye açarak şöyle yalvardılar:
"Ey Rabbimiz! Neslimizden gelen Müslüman ümmet içinden bir
peygamber gönder. Ki o, onlara âyetlerini okusun, Kitabı ve
hükümlerini öğretsin. Onları günâhlardan temizlesin!"1
İşte, Cenâb-ı Hak, yapılan bu samimi duâyı cevapsız bırakmadı ve
Hz. İsmâil’in neslinden peygamberlerin reisi Hz. Muhammed’i
(a.s.m.) göndererek kabul etti. Bu gerçeği Kâinatın Efendisi,
"Ben, babam İbrâhim’in duâsıyım"2 buyurarak ifâde etmişlerdir.
Hz. İsmâil’in evlâd ve torunları gittikçe çoğaldı ve Arap
Yarımadasının her tarafına dağıldı. İçlerinden Adnanoğulları,
onlar içinden Mudaroğlulları ve onlar içinden de Kureyş Kabilesi
diğerlerinden üstün ve farklı oldu. Kureyş Kabilesi içinde ise
Hâşimîler kolu hepsinden daha çok fazilet ve şeref buldu.
Bu gerçeği de bizzat kendileri şu şekilde ifâde buyururlar:
"Allah, İbrâhimoğullarından İsmâil’i, İsmâiloğullarından
Kinâneoğullarını, Kinâneoğullarından da Kureyş’i, Kureyş’ten de
Benî Hâşim’i, Benî Hâşim’den de beni seçmiştir."1
Bütün kaynakların ittifakla belirttikleri, Kâinatın Efendisinin
yirminci dedesine kadar uzanan neseb silsilesi şöyledir:
"Muhammed (a.s.m.), Abdullah, Abdülmuttalib (asıl ismi Şeybe),
Hâşim, Abd-i Menâf (Muğîre), Kusay, Kilab, Mürre, Kâb, Lüeyy,
Galib, Fihr, Mâlik, Nadr, Kinâne, Huzeyme, Müdrike (Amir),
İlyas, Mudar, Nizar, Maad, Adnan."2 İşte, Fahr-i Kâinat
Efendimizin büyük dedeleri bu zâtlardı. Herbirinin zürriyeti
çoğalmış ve herbiri pekçok cemaatların reisi ve birçok kabile ve
aşîretlerin dedesi ve babası olmuşlardır.
Ancak, ne vakit birinin iki oğlu olsa veya bir kabile iki kola
ayrılsa, sevgili Peygamberimizin soyu en şerefli ve en hayırlı
olan tarafta bulunur ve her asırda onun büyük dedesi kim ise,
yüzünde parlayan müstesnâ nûrdan bilinirdi.
Yirminci dededen sonraki neseb çizgisi
Neseb âlimlerince, Peygamber Efendimizin yirminci dedesi olan
Adnan’ın Hz. İbrâhim’in neslinden olduğu ittifakla kabul
edilmektedir. Adnan ile İbrâhim (a.s.) arasında uzun bir zaman
mesafesi vardır. Bir kısım neseb âlimleri arada kırk batın
(göbek) bulunduğunu belirtirler.3 Buna göre aradaki zaman
biriminin ne kadar uzun olduğunu az çok tasavvur etmek
mümkündür.
Bu sebeple, Resûl-i Ekrem Efendimizin yirminci dedesi Adnan’dan
Hz. İbrâhim’e kadar olan ikinci kademe neseb silsilesi, basamak
basamak tesbit edilememiştir. Bazı neseb âlimleri Peygamber
Efendimizin nesebini yedi, bazısı da dokuz göbekte Hz. İsmâil’e
bağlarlar. Bu, haliyle arada birçok basamakların atlandığını
ortaya koyar.
Adnan’dan Hz. İbrâhim’e kadar
Bazı âlimler, Peygamber Efendimizin, Adnan’dan Hz. İbrâhim’e
kadar olan ikinci kademe neseb silsilesini şöyle sıralarlar:
Adnan, Udd (veya Udad), Mukavvim, Nahur (veya Sârih), Teyrah,
Ya’rub, Yeşcub, Nabit, İsmâil (a.s.), İbrâhim (a.s.)1
Ayrıca, İbn-i İshâk, bundan sonra da, Resûl-i Ekrem Efendimizin
neseb silsilesini tâ Âdem’e (a.s.) kadar götürür.2 Ancak
belirtelim ki, diğer kaynaklar bu silsile üzerinde ittifâk etmiş
değillerdir.
Peygamber Efendimizin meşhur dedeleri
Şüphesiz, Kâinâtın Efendisinin nurunu alnında bir İlâhi emânet
olarak taşıyan atalarının tamamı hakkında fazla bir bilgimiz
yoktur. Atalarından en çok bilgi sahibi olduklarımız ise, zaman
bakımından en yakın olanlarıdır. Burada onların hayat ve
şahsiyetlerine kısa bir göz atmak yerinde olacaktır.
Kusay
Peygamber Efendimizin, asıl ismi Zeyd olan dördüncü kuşaktaki
dedesi Kusay, mühim bir şahsiyetti. Kendisinin sadece Zühre
adında bir erkek kardeşi vardı.
Hz. Âdem’den beri devam edip gelen nur-u Ahmedîyi alnında taşıma
şerefi, bu iki kardeşten Kusay’a ihsan edilmişti. Büyük oğul
olduğu için, âilenin reisliği vazifesi de kendisine verilmişti.
Küçüklüğünden beri kabiliyetiyle dikkatleri üzerinde toplayan
Kusay, büyüyünce Mekke’nin ileri gelen şahsiyetlerinden biri
oldu. Teşkilâtçılığı, idareciliği, adaletli kararları ile kısa
zamanda Mekke halkı arasında büyük bir itimad kazandı. Bu
sebeple Mekke’nin idaresi ona verildi. Mekke’yi ilk defa
mahallelere o böldü; her kabileyi, kendilerine ayırdığı
mahallelere o yerleştirdi. Mekke’nin en mühim işleri onun evinde
görüşülüp karara bağlanırdı. Kâbe’nin perdedarlığı, hacıların su
ihtiyacının karşılanması, onların ağırlanması, savaşa giderken
bayrak dikme ve Mekke meclisini idare etme gibi mühim işler, ona
emânet edilmişti. Kâbe’nin karşısında ve kapısı Kâbe’ye bakan
ilk ev onun için inşâ edilmişti. Bu ev, Mekke’nin bir nevi
hükümet binası veya içinde Mekke Şehir Devletinin her türlü iş
ve meselelerinin görüşüldüğü bir parlamento idi. Kusay’ın bu
konağı tarihte "Dârü’n-Nedve" ismiyle şöhret bulmuş ve Hicretten
yarım asır sonrasına kadar da muhafaza edilmiştir.
Kusay, Mekke’de istisnasız herkes tarafından sevilir, sayılırdı.
Alnında taşıdığı Fahr-i Kâinat Efendimize ait nuru, onu bütün
Mekke halkının sevgilisi ve can dostu haline getirmişti.
Yaşlanınca, âdetleri üzere âile reisliği vazifesini en büyük
oğlu Abdüddâr’a teslim etti ve "Sevgili oğlum! Seni bu kavme
reis tâyin ediyorum" dedi.
Ne var ki, Abdüddâr, bu büyük vazifeyi yürütecek kabiliyete
sahip değildi. Hayatı boyunca da babasının yerini dolduramadı.
Çünkü, Fahr-i Kâinat Efendimizin kudsî nuru onun değil, küçük
kardeşi Abd-i Menâf’ın alnında parlıyordu. Onun da dört oğlu
vardı: Hâşim, Abdüşşems, Muttalip ve Nevfel.1
Hâşim
Hâşim, Resûl-i Ekrem Efendimizin ikinci kuşaktan dedesidir.
Mekke’nin ileri gelen eşrafından olan Hâşim, ticâretle
uğraşırdı. Peygamberimizin doğum vakti yaklaştığı için nur-u
Muhammedî onun alnında daha haşmetli bir surette parlıyordu.
Ayrıca birçok üstün faziletleri de üzerinde taşırdı.
Son derece cömertti. Bir kıtlık yılında Mekke’de ekmek bulunmaz
olmuştu. O, Şam’dan getirdiği has buğday unundan bem beyaz
ekmekler yaptırmış, bir çok develer ve koyunlar kestirmiş,
ekmek, et ve etsuyu (tirit) ile bütün Mekke halkına büyük bir
ziyafet çekmişti.
Hâşim, üstün seciyeli, kabiliyetli, dirayetli, cömert, faziletli
ve herkes tarafından sevilen, sayılan yüksek bir şahsiyetin
sahibi olduğu için ismi, ailesine ve soyuna ad olmuştur. Bu
sebeple Fahr-i Kâinat Efendimizin de arasında bulundukları bu
yüce soya, kendilerinden sonra "Haşimîler" denilmiştir.
Hâşim’in dört erkek çocuğu olmuştu: Şeybe (Abdülmuttalib), Esed,
Ebû Sayfî ve Nadle.1
Hâşim’in nesli erkek çocuklarından Şeybe ile Esed’den devam
etmiştir. Şeybe, Resûl-i Ekrem Efendimizin birinci kuşaktaki
dedesidir. Esed ise Hz. Ali’nin annesi Fâtıma’nın dayısıdır.
Ne var ki, Esed sulbünden dünyaya gelen Huneyn de zürriyet
bırakmayınca, bütün Haşimîler sadece Abdülmuttaliboğulları
kolundan gelerek çoğalmış ve yeryüzüne dağılmışlardır.2
Şeybe (Abdülmuttalib)
Peygamber Efendimizin birinci kuşaktaki dedesidir. Doğuştan ak
saçlı olduğundan kendisine "Şeybe" ismini vermişlerdi.
Abdülmuttalib onun lâkabıdır. O daha çok bu lâkabla şöhret
bulmuş ve anılmıştır.
Bu lâkabı alışının hikâyesi şöyle anlatılır:
Şeybe küçüklüğünde Medine’de dayılarının yanında kalıyordu. Bir
gün mahalle arkadaşları diğer çocuklarla Medine’de bir meydanda
ok atışı yapıyorlardı. Bütün çocuklar arasında, alnında parlayan
Kâinatın Efendisine ait nur sebebiyle rahatlıkla farkediliyordu.
Çocukların bu yarışmasını seyretmek için büyüklerden bir
kalabalık da orada toplanmış bulunuyordu.
Ok atma sırası Şeybe’ye gelmişti. Okunu yayına yerleştirdi.
Kendinden emin bir tavırla yayını gerdi. Bir an nefesini kesip
yayını salıverdi. Yaydan fırlayan ok, hedefe tam isabet etmişti.
Herkes hayranlık dolu bakışlarla kendisine bakarken, o ise bu
başarıdan duyduğu sevinç ve heyecanı şu sözlerle dile
getiriyordu:
"Ben, Hâşim’in oğluyum. Ben, (Bethâ) Beyinin oğluyum. Okum
elbette hedefini bulur."
Seyre gelen büyükler Şeybe’nin bu övücü sözlerini duydular.
Harîs bin Abd-i Menâfoğullarından biri yanına yaklaştı ve sorup
sual ederek onun Hâşim’in oğlu olduğunu öğrendi. Mekke’ye
dönüşünde bu adam, durumu amcası Muttalib’e anlattı ve böylesine
kabiliyetli ve zeki bir çocuğun yabancı ilde bırakılmasının
doğru olmayacağını belirtti.
Muttalib bu haber üzerine derhal Medine’ye vardı. Şeybe’yi
alarak Mekke’ye getirdi. Muttalib terkisinde yeğeni Şeybe ile
Mekke sokaklarına girerken sordular:
"Bu çocuk kim?"
Göz değmesinden korkan Muttalib’in ağzından, "Kölemdir" sözü
çıktı.
Evine gelince karısı Hâtice de kendisine aynı soruyu yöneltti.
Yine cevabı "Kölemdir" oldu.
Ertesi günü amcasının kendisine aldığı güzel elbiselerle Mekke
sokaklarında dolaşmaya başlayınca, herkes onun kim olduğunu
merak etmeye ve sormaya başladı. Bilenler, "Abdülmuttalib" (Muttalib’in
kölesi)" diye cevap veriyorlardı. Her ne kadar kim olduğu
sonradan ortaya çıktıysa da, ismi, o günden sonra "Abdü’l-Muttalib"
(Muttalib’in kölesi) olarak kaldı.1
Abdülmuttalib’in rüyâsı
Aradan yıllar geçti. Alnında parlayan Kâinatın Efendisine ait
nûr, onun Kureyş’in reğisliği makamına getirip oturttu.
Sıcak bir yaz günü idi. Kâbe’nin yanındaki Hıcr mevkiinde serin
bir gölgede uyuyordu. Bir rüyâ gördü. Rüyâsında bir zât
kendisine şöyle seslendi:
"Kalk, Tayyibe’yi kaz!"
Sordu: "Tayyibe nedir?"
Fakat, o zât sorusuna hiçbir cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Uyanan Abdülmuttalib heyecanlı idi. "Tayyibe" ne demekti?
Tayyibe’yi kazmak nasıl olurdu? Rüyâya bir mânâ veremeden merak
içinde o gün geceyi geçirdi.
Ertesi gün, aynı yerde yine uykuya dalmıştı. Aynı adam tekrar
göründü ve seslendi:
"Kalk, Berre’yi kaz."
Rüyâsında şaşkına dönen Abdülmuttalib yine sordu:
"Berre nedir?"
Adam yine hiçbir cevap vermeden oradan uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib derin uykudan daha büyük bir merak ve heyecan
içinde uyandı. Ne var ki, gördüklerine bir türlü mânâ
veremiyordu. O gün ve geceyi de yine gördüğü rüyânın tesirinde
geçirdi.
Ertesi günü idi. Yine aynı yerde yatıyordu. Aynı adam gelerek
kendisine, "Kalk," dedi. "Mednûne’yi kaz."
Derin uykuda, Abdülmuttalib, adama "Mednûne nedir?" diye sordu.
Ama adam yine cevap vermeden uzaklaşıp gitti.
Abdülmuttalib’in merak ve heyecanı son haddine ulaşmıştı. Üç gün
üst üste gördüğü rüyânın boş olmadığını elbette biliyordu. Ama
mânâsını anlayacak en ufak bir ipucuna da sahip değildi.
Dördüncü gün yine aynı yerde uykuya yatan Abdülmuttalib, aynı
adamın geldiğini gördü. Adam bu sefer şöyle seslendi:
"Zemzem’i kaz!"
Abdülmuttalib, "Zemzem nedir, nerededir?" diye sorunca, adamın
cevabı şu oldu:
"Zemzem bir sudur ki, hiç kesilmez, dibine erilmez. Hacıların su
ihtiyacını onunla karşılarsın. O, Kâbe’de kesilen kurbanların
kanlarının döküldüğü yer ile terslerinin gömüldüğü yer
arasındadır. Alaca kanatlı bir karga gelip, orayı gagalar. Orada
karınca yuvası da vardır."1
Uyanan Abdülmuttalib’in heyecanına bu sefer sevinç de
katılmıştı. Çünkü, rüyâyı mânâlandırmak için ipucunu elde
etmişti. Zemzem kuyusundan defâlarca bahsedildiğini duymuştu.
Fakat, onun yerini kimse bilmiyordu. Çünkü Cürhümlüler,
Mekke’den düşman istilâsı önünden kaçarken, Kâbe’nin bütün
kıymetli mallarını Zemzem kuyusuna atmış, kuyunun üstünü de
toprakla bir edip, belirsiz bir hale getirmişlerdi. O zamandan
beri Zemzem’in ismi var, kendisi yoktu.
Abdülmuttalib, artık Zemzem’in yerini bulup kazmakla
vazifelendirildiğini anlamıştı. Derhal araştırmaya koyuldu.
Rüyâsında kendisine öğretilen yere gitti. Bu sırada alaca
kanatlı bir karganın süzüldüğünü ve yere konarak gagası ile bir
yeri karıştırdıktan sonra havalanarak göğe doğru yükseldiğini
gördü.
Abdülmuttalib’in sevincine diyecek yoktu. Senelerden beri gizli
kalmış hayat bahşeden bir kuyuyu bulma ve ortaya çıkarma
şerefine erecekti. Zemzem’in yerini tesbit etmişti ve sıra
kazmaya gelmişti. Bu şerefi başkasına kaptırmak ve bu sırrı
başkalarına açmak istemiyordu. Bunun için ertesi gün bir tek
oğlu olan Hâris’i alarak tesbit edilen yere gitti ve kazmaya
başladılar. Bir müddet devam eden kazı sonucu Zemzem Kuyusunun
örülmüş duvar taşları ile bir dâire şeklindeki ağzı meydana
çıktı. Abdülmuttalib sevinçliydi, heyecanlıydı. Âdetâ gözlerine
inanamıyordu. Ama gözlerine inansa da, inanmasa da görünen bir
kuyu ağzı idi. Tekbir getirmeye başladı: "Allahü ekber! Allahü
Ekber!"
Abdülmuttalib ve Kureyş ileri gelenleri
Abdülmuttalib’in bu faaliyetini başından beri gözleyen
Kureyşliler, işin artık ortaya çıkmak üzere olduğunu farkedince,
büyüklerine haber verdiler. Bir müddet sonra, Kureyş büyükleri,
kazılan yere geldiler ve Abdülmuttalib’e, "Ey Abdülmuttalib! Bu
babamız İsmâil’in kuyusudur. Onda bizim de hakkımız var. Bizi de
bu işe ortak et" dediler.
Abdülmuttalib, "Hayır, yapamam" dedi. "Bu iş sadece bana tahsis
edilmiş ve aranızdan ancak bana verilmiştir."
Abdülmuttalib’in bu kesin cevabı Kureyş ileri gelenlerinin
hoşuna gitmedi. İçlerinden Adiyy bin Nevfel şöyle konuştu:
"Sen yalnız bir adamsın. Tek oğlundan başka dayanacağın bir
kimsen de yok. Nasıl olur da bize karşı gelir, bize boyun
eğmezsin?"
Bu söz, Abdülmuttalib’in âdetâ içini yaktı. Çünkü, Kureyşliler
onu kimsesizlikle küçümsüyorlardı. Bu anlayıştan fazlasıyla
rahatsız olduğunu haliyle de belli etti. Bir müddet üzüntü
içinde sustu. Sonra içini şöyle döktü:
"Yâ, demek sen beni yalnızlık ve kimsesizlikle ayıplıyorsun,
öyle mi?"
Muhatabından hiçbir cevap gelmeyince, bir müddet düşündükten
sonra, ellerini açarak yüzünü semaya doğru çevirdi ve, "Yemin
ederim ki," dedi. "Allah bana on erkek çocuk verirse, bunlardan
birisini Kâbe’nin yanında kurban edeceğim."1
Abdülmuttalib’in bu sözleri hem bir duâ, hem bir yemin, hem de
bir adaktı.
Şam’a gidiş
Hâdisenin burada sona ermeyeceği belli idi. Durum da bir hayli
nazikti. Böyle hâdiseler yüzünden aralarında çok defa
çarpışmalar patlak vermişti. Bunu bilen Abdülmuttalib, kazı
işinden o anlık vazgeçti ve işin bir hakem tarafından
halledilmesini teklif etti. Teklifi kabul gördü. Hakemi tesbit
ettiler: Şam’da oturan Sa’d bin Hüzeym.
Amcalarından birkaçını yanına alan Abdülmuttalib, Kureyş
kabilelerinin ileri gelenlerinden bir grupla Şam’a doğru yola
çıktı. Ne var ki, henüz Şam’a varmadan İlâhî kader onları
durdurdu. Abdülmuttalib ve yanındakilerin suları, alev saçan
çölün ortasında bitti. Bu kendileri için en büyük, en şiddetli
düşmandan daha da tehlikeli idi. Abdülmuttalib’in müracaatına,
Kureyş ileri gelenleri, "Suyumuz ancak bize yeter" diyerek red
cevabı verdiler.
Abdülmuttalib ile yakınlarının hayatı büyük bir tehlike ile
karşı karşıya bulunuyordu. Ellerinde yapacakları hiçbir şey de
yoktu. Çöl ortasında su aramak, serabın peşinde koşmaktan
farksızdı.
Abdülmuttalib’in su aramaya çıkması
Fakat herşeye rağmen Abdülmuttalib su aramaya kararlıydı.
İçinden bir ses su bulacağını söylüyordu. Devesinin yanına
geldi, onu ayağa kaldırdı. O anda, birden gözlerine inanamadı.
Çünkü devenin bir ayağının dibinde pırıl pırıl parlayan, bir
avuç su gördü. Bu durum, arkadaşlarını da sevindirmişti. Yeniden
hayata dönmüş gibi oldular. Abdülmuttalib, kılıcıyla suyun
çıktığı yeri genişletince, su daha gür akmaya başladı. Bu arada
su vermeyen Kureyşliler, hayretle onları seyrediyordu.
Abdülmuttalib ve arkadaşları, sudan, kana kana hem kendileri
içtiler, hem de hayvanlarına içirdiler. Bir ara, Abdülmuttalib,
kendisine su vermeyen Kureyşlilere döndü ve seslendi:
"Suya gelin, suya! Allah bize su verdi. Hem kendiniz için, hem
de hayvanlarınızı sulayın! Haydi, durmayın, gelin."
Kureyşliler mahcup mahcup kaynağa yaklaştılar. Kana kana sudan
içtiler. Hayvanlarını suladılar. Kırbalarındaki bayat suyu
dökerek temiz su ile doldurdular.
Kureyşliler, Zemzem kuyusunu kazan ellerin kendilerine sunduğu
bu serin ve temiz suyu içer içmez, âlemleri birden değişti.
Mahcup ve suçlu bir edâ içinde Abdülmuttalib’e dönerek, "Ey
Abdülmuttalib," dediler. "Artık sana diyecek bir sözümüz yok.
Anladık ki, Zemzem’i kazmak senin hakkın. Bu işe ancak sen
lâyıksın. Vallahi, Zemzem hususunda seninle bir daha münakaşa
etmeyeceğiz. Artık hakeme gitmeye de gerek görmüyoruz."
Ve hakeme gitmeden yarı yoldan tekrar Mekke’ye hep beraber
döndüler.1
Mekke’ye dönen Abdülmuttalib, oğlu Hâris’le birlikte kazı işine
devam etti ve kısa zamanda Zemzem’i ortaya çıkardı.
Kıymetli mallar için kur’a çektiler
Zemzem kuyusundan bazı kıymetli mallar da çıktı. Bunlar arasında
altından iki geyik heykeli ile kılıçlar ve zırhlar da vardı.
Zemzem’i ortaya çıkarma hakkını daha önce Abdülmuttalib’e
bırakan Kureyş ileri gelenleri, bu kıymetli malları görünce,
hırs damarları tekrar kabardı. Yine Abdülmuttalib’in başına
dikildiler.
"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu mallara seninle beraber
ortağız. Bunlarda bizim de hakkımız var."
Cömert ve sabırlı Abdülmuttalib önce, "Hayır. Sizin bu mallar
üzerinde hiçbir hakkınız yok" diyerek isteklerini reddetti.
Sonra yine cömertlik ve mertliğini ortaya koydu.
"Ben yine de size yumuşak davranayım. Aramızda kur’a çekelim."
Bundan memnun olan Kureyş ileri gelenleri, "Peki, bu kur’ayı
nasıl ve ne şekilde yapacaksın?" diye sordular.
Abdülmuttalib, kur’ada takip edilecek usûlü anlattı:
"İki kur’a Kâbe için, iki kur’a benim için, iki kur’a da sizin
için çekeriz. Kur’ada kime ne çıkarsa onu alır, çıkmayan da
mahrum kalır."
Bu usûl tarafsız bir hâl çaresi idi. Bu sebeple Kureyşliler
sevindiler ve Abdülmuttalib’in bu davranışını takdir ettiler:
"Doğrusu," dediler. "Pek insaflı davrandın."
Kâbe’nin içinde Hübel putunun yanına vardılar ve kur’a çektiler.
Kur’a sonucu, Kureyş ileri gelenlerinin bu mallarda hakları
olmadığını bir kere daha ortaya koydu. Altın geyik heykeller
Kâbe’ye, kılıç ve zırhlar Abdülmuttalib’e düştü.1 Onların payı
ise mahrumiyet oldu. Ama artık itiraz edecek durumları kalmadı
ve mesele böylece kapandı.
Abdülmuttalib, kılıç ve zırhları döğdürüp saç haline getirdikten
sonra, bununla Kâbe’nin kapısını kapattı. Böylece Kâbe’yi
altınla süsleyenlerden oldu.
Zemzem kuyusunu ortaya çıkardığı zaman Abdülmuttalib’in yaşı
kemâl yaş olan kırkına basmıştı. Otuz yıl sonra, Cenâb-ı Hakkın
ihsanı ile erkek çocuklarının sayısı onu buldu. Bu sırada
seneler önce yaptığı va’dini hatırladı: Erkek çocuklarından
birini Kâbe’de kurban etmek. Ama hangisini? Hepsi de birbirinden
güzel ve sevimli idi. Fakat Abdullah çok daha başkaydı.
Abdullah, Abdülmuttalib’in on erkek çocuğundan sekizincisi idi.1
Sîret ve surette diğer kardeşlerinden çok farklıydı. Dünyaya
gelir gelmez babasının alnında parlayan Nur-u Muhammedî onun
alnına geçmişti. Bu nur, yüzüne harika bir güzellik ve müstesna
bir tatlılık bahşetmişti. Ama hiç kimse bu güzellik ve
tatlılığın nereden ve niçin geldiğinin farkında değildi.
Abdülmuttalib’in oğullarıyla konuşması
Oğullarının 10’u da büyümüştü.
Va’dini unutmayan Abdülmuttalib, onları bir gün bir araya
topladı ve işin hikâyesini anlatarak, içlerinden birini kurban
etmesi gerektiğini bildirdi. Hepsi de tereddütsüz razı oldular.
Sonra da babalarına sordular:
"Peki, nasıl yapalım bunu? Kimin kurban edileceğini nasıl tesbit
edelim?"
Abdülmuttalib böyle bir durumda nasıl yapılması gerektiğini
biliyordu. Şöyle dedi:
"Her biriniz birer ok alın, üzerine kendi isminizi yazın ve
okları bana verin!"
İtâatkâr çocuklar, babalarının emrini derhal yerine getirdiler.
Her biri okdanlığından bir ok çekti. Üzerine kendi ismini
yazdıktan sonra, babasına uzattı. Okları toplayan Abdülmuttalib
doğruca Kâbe’ye vardı. Meselenin nasıl halledileceği
anlaşılmıştı artık: Hübel putunun yanında ok çekilecek, kimin
oku çıkarsa o kurban edilecekti.
Kur’a çekilişi
Kâbe’nin yanına varan Abdülmuttalib’in etrafını şehir halkı
sarmıştı. Elindeki on oku, Allah’a verdiği sözünden caymış
sayılmaması için, tereddütsüz ok çekme memuruna uzattı. On okun
üzerinde on ciğerpâresinin ismi vardı. Hangi ok çıkarsa çıksın,
ciğerinden bir parça kopacaktı.
Memur oklardan birini çekti. Üzerindeki ismi titrek bir sesle
okudu:
"Ab-dul-lah!"
Şefkatli baba, duyduğuna inanmak istemedi. Oku memurun elinden
çekip aldı, dikkatlice baktı ve okudu: "Abdullah."
Göz pınarları bir anda yaşlarla doldu. Boğazında hıçkırıklar
düğümlendi. Şefkati ve hisleri öylesine kabardı ve coştu ki, bir
an "Olamaz" diyerek haykıracak gibi oldu. Son anda Allah’a
verdiği sözünü hatırlayarak çelik gibi iradesiyle şefkat ve
hislerine gem vurdu. Yıkılmış bir halde yüzünü Abdullah’a
çevirdi ve şöyle dedi:
"Oğlum Abdullah! Allah, kendisine kurban edilmek üzere seni
seçti. Bu şerefi kardeşlerin arasında sana ihsan etti."
Bu haber, bir anda oradakileri hüzne boğdu. Herkes birbirine
soruyordu: "Abdullah mı? O güzel, o tatlı çocuk mu kurban
edilecek?"
Abdülmuttalib yanan yüreğine, kasırgalaşan hislerine, okyanus
dalgalarını andıran şefkat ve merhamet duygularına aldırmadan,
biricik oğlu Abdullah’ın bileğini kavradı ve onu doğruca İsâf ve
Nâile putlarının yanına götürdü. Nur yüzlü Abdullah’ta sanki Hz.
İsmâil’in teslimiyeti vardı. Yüzünde en ufak bir
memnuniyetsizlik belirtisi görünmüyordu.
Abdülmuttalib’in bir elinde bıçak, diğer elinde oğlu Abdullah’ın
eli vardı. Kurban edilmesi için herşey tamamdı. Bu sırada bir
takım gürültüler duyuldu. Kureyş eşrafı geliyordu. İçlerinden
biri seslendi:
"Ey Abdülmuttalib, ne yapmak istiyorsun?"
Abdülmuttalib nur yüzlü oğluna bakarak cevap verdi:
"Onu kurban edeceğim!"
Bu cevap, kalabalık arasında hayret ve heyecan meydana getirerek
dalgalandı. Müdahale ettiler:
"Ey Abdülmuttalib," dediler. "Bu nasıl olur? Sen ki, Mekke’nin
büyüğüsün; böyle yaparsan, sonra herkes senin yaptığını yapmaz
mı? Herkes oğlunu kurban ederse, bizim de soyumuz kesilmez mi?"
Bütün kalabalık Abdülmuttalib’in aleyhindeydi. Hatta hisleri,
duyguları da… Lehinde olan tek şey, çelikten iradesi idi.
Allah’ına söz vermişti ve bu sözünü mutlaka yerine getirmeliydi.
Çünkü, Allah onun istediğini vermişti. On erkek çocuk ihsan
etmişti. Kurban etmemek ona karşı nankörlük olurdu.
Bu sırada Abdullah’ın dayısı Abdullah bin Mugîre ortaya atıldı
ve, "Ey Abdülmuttalib," dedi. "Vallahi meşru bir mazeret
olmadıkça, sen onu kurban edemezsin. Onu kurtarmak için
gerekirse bütün malımızı vermeye hazırız!"
Abdülmuttalib’in duyguları, şefkati, merhameti de sanki
dillenmiş ve kendisine aynı şeyleri haykırıyorlardı. Fakat,
çelikten iradesi bir türlü gevşemiyordu.
Kureyşliler ve oğulları yalvarmalarının netice vermediğini
görünce bu sefer şöyle bir teklifte bulundular:
"Ey Abdülmuttalib! Abdullah’ı al, Şam’a git. Orada bir kadın
var; kâhin ve bilgin bir kadın. Doğudan batıdan zorlukta kalan
herkes, ülkeler aşıp ona gider. Herkesin derdine bir çare bulur.
Elbette senin için bir çare bulur. Abdullah boğazlanacak derse,
gel onu boğazla. Yok eğer seni de, Abdullah’ı da, bizi de
üzüntüden kurtaracak bir çare bulursa, ona göre hareket
edersin."1
Bu fikir Abdülmuttalib’in aklına yattı. Derhal Abdullah’ı yanına
alarak Şam’a doğru yola çıktı. Medine’ye geldiklerinde kâhin
kadının Hayber’de olduğunu öğrendiler. Oradan Hayber’e geldiler.
Arrafe adındaki kâhineyi buldular. Abdülmuttalib durumu olduğu
gibi anlattı.
Kadın sordu: "Sizde bir insanın diyeti nedir?"
Abdülmuttalib, "On deve" dedi.
Bunun üzerine kâhin kadın, "Gidin on deve hazırlayın. Çocukla on
deveyi alıp ok çektiğiniz yere götürün. Bir tarafta çocuğunuz,
diğer tarafta ise on deve olmak üzere ikisi arasında ok çekin.
Eğer ok develere çıkarsa, develeri kurban edip çocuğu kurtarın.
Yok, eğer ok çocuğa çıkarsa, her defasında develerin sayısına
bir diyet miktarı daha ekleyerek Rabbiniz sizden razı oluncaya
kadar ok çekmeye devam edin! Ne zaman ok develere çıkarsa,
onları boğazlayıp kurban edin. Bu şekilde hem Rabbinizi razı
etmiş, hem de çocuğunuzu kurban olmaktan kurtarmış olursunuz"
dedi.2
Ortaya konan çareyi uygun bulan Abdülmuttalib sevinçten uçacak
gibi oldu. Vakit kaybetmeden Mekke’ye döndü. Abdülmuttalib
âilesi ve Mekke halkı da bu habere son derece sevindi.
Kur’a neticesi
Mekke’ye dönüşünün ertesi günü idi. Abdülmuttalib, biricik oğlu
Abdullah ve on deveyi alarak Kâbe’ye gitti. Kâhin kadının
tavsiyesi üzerine Abdullah ile on deve arasında kur’a
çekilecekti.
Abdülmuttalib sevinç içinde, memura, "Çek" dedi. Çekilen ok
Abdullah’a çıktı. Develerin sayısını yirmiye çıkardılar. Memur
tekrar ok çekti. Ok yine Abdullah’ı gösterdi. Develer otuza
çıkarıldı. Ok tekrar Abdullah’a isabet etti. Devler kırk oldu.
Ok yine Abdullah’a çıktı. Elli oldu; ok sanki Abdullah’a
çıkmakta ısrar ediyordu. Altmış, yetmiş, seksen, doksan oldu. Ok
ısrarla Abdullah’ı gösteriyordu. Sanki başka bir âlemden emir
alır gibiydi.
Abdülmuttalib hayret ve heyecan içindeydi. Her çekim esnasında
ellerini semaya doğru kaldırarak duâ etmekten de geri
durmuyordu.
Nihayet develerin sayısı yüzü buldu. Tekrar ok çekilince,
merakla bakanlar derin bir nefes aldılar. Çünkü ok develere
çıkmıştı.
Herkes gibi Abdülmuttalib’in de gözleri sevinçle parladı. Fakat,
onun bu sevinci fazla sürmedi. Derhal ciddileşti. Kendisini
fazla tebrike imkân tanımadı ve şöyle konuştu:
"Vallahi, üst üste üç defa daha ok çekeceğim. Tâ ki, kalbim
mutmain olsun."
Çekiliş üç defa daha tekrarlandı. Her defasında sevinç
çığlıkları atılıyordu. Çünkü, üç seferinde de ok develere
çıkmıştı. Bu sevincini Abdülmuttalib, "Allahü ekber, Allahü
ekber!" diyerek izhar etti ve diz çökerek duâda bulundu. Böylece
Abdullah kurban edilmekten kurtuldu.
Sevgili oğlunun kurban edilmekten kurtulmasına son derece
sevinen Abdülmuttalib, yüz devenin Safa ile Merve arasına
götürülüp, yan yana kurban edilmesini emretti. Emri derhal
yerine getirildi. Kurban edilen develerin etlerinden Mekke halkı
bol bol istifade etti. Alamadıklarını da kurtlar, kuşlar,
köpekler, vahşi ve ehil bütün hayvanlar paylaştılar. O günden
itibaren bir insan diyeti, Kureyşliler ve Araplar arasında, 100
deve olarak kabul edilme âdeti benimsendi.1 Resûl-i Ekrem
Efendimiz de bu âdeti olduğu gibi bırakmıştır.2
Hz. Abdullah’ın iffeti
Aynı gündü… Herkes neticeden memnun kur’a yerinden dağılıyordu.
Abdülmuttalib de sevgili oğluyla birlikte şehre geliyordu.
Kâbe’nin yanından geçerlerken, babasından bir hayli geride
kalmış Abdullah’ın karşısına bir kadın dikildi. Bu kadın,
Abdullah’ın dillere destan güzelliğine hayranlardan biri olan
Vara bin Nevfel’in kızkardeşi Rukiyye idi. O da kardeşi Varaka
gibi eski mukaddes kitapları okumuş, o kitaplarda ahirzamanda
gelecek peygamberin sıfatlarını görmüş ve öğrenmişti. İç
âleminde, Abdullah’ın yüzünde o âna kadar hiçbir kimsede
görmediği müstesna parlaklıkla karşı karşıya kalınca bu
sıfatlarla münasebet kurdu. Bu şerefi başkasına kaptırmamak için
de güzelliğini, iffetini unutarak Abdullah’ın yanına yaklaştı ve
şöyle fısıldadı:
"Delikanlı, biraz dursana."
Abdullah durdu.
Kadın, "Nereye gidiyorsun?" diye sordu.
Yüzünde parlayan nurun masumiyeti içinde, Abdullah, "Babamla
gidiyoruz" diye cevap verdi.
Kadın, bu masum cevap üzerinde pek durmadı ve asıl maksadını
açıkladı. Hz. Abdullah’a gayr-ı meşrû ilişki teklif etti.
Abdullah’ın yüzü bir anda kıp kırmızı kesildi. Masumiyetini
yırtmak isteyen bu teklife pek aldırmadı ve yoluna devam etmek
istedi. Fakat, Rukiyye ona sahip olmak istiyordu. Arzusunu bir
başka teklifle cazip hale getirdi:
"Eğer benimle beraber olmayı kabul edersen, senin için kurban
edilen develer kadar develerim var, onların hepsini sana
veririm" dedi.
Abdullah bu cazip teklife de iltifat etmedi ve iffetini
sergileyen şu cevabı verdi:
"Haram öyle acıdır ki, ölüm acısı onun yanında çok hafif kalır.
Helâl ise çok tatlıdır.
"Ey kadın, sen git açıkça helâlinden ara! Şeref ve iffet sahibi
olanlar namuslarını ve dinlerini titizlikle korurlar. Onlar,
namussuzluk demek olan bir işe nasıl teşebbüs ve cesaret
edebilirler?"1
Bu asil cevabından sonra da, güzel Rukiyye’nin hüzün ve
hayranlığı birleştiren bakışları önünde, yoluna devam etti.
Günler sonra, evlenmiş bulunan Hz. Abdullah, aynı kadınla Mekke
sokaklarında bir kere daha karşılaştı. Aynı Rukiyye ona karşı en
ufak bir arzu ve hasret belirtisi göstermedi. Bilâkis, hissiz ve
bakışları hayranlık şöyle dursun, çok donuktu. Abdullah sebebini
sordu:
"Ne oldu, sana? Halin değişmiş."
Rukiyye, "O gün, alnında esrarlı bir nûr parlıyordu. O nûr
karşısında kendimden geçtim. Ama şimdi onu göremiyorum" diye
cevap verdi.
Evet, Hz. Abdullah’ın alnında parlayan nur artık yoktu. Çünkü,
Kâinatın Efendisine hâmile olan annelerin en büyüğü Hz. Âmine’ye
intikal etmişti. Aslında Hz. Abdullah’a hayran ve meftun olan
sadece bu kadın değildi. Kötü ahlâktan uzak, ter temiz ve en
güzel haslet ve faziletlerle bezenmiş bu delikanlıya bütün
Kureyş kızlarının gözleri çevrilmişti; ama, yüzündeki
parlaklığın sırrına akıl erdiremeden, Hak Teâlânın ona âhir
zaman peygamberinin babası olmak gibi, şereflerin en büyüğünü
mukadder kıldığının hikmetini idrak edemeden.
Hz. Abdullah’ın Hz. Âmine ile evlenmesi
Hz. Abdullah, gün geçtikçe, gönülleri etrafında pervane gibi
döndürüyordu. Fakat, o dönen pervanelerin hiçbirine iltifat
etmiyor, iffet ve namusunu ter temiz koruyordu.
Çok sevdiği oğlunun evlenme çağına geldiğini gören Abdülmuttalib,
bir an evvel onu mes’ud bir yuvaya kavuşturmak istiyordu. Ancak,
ona her yönüyle denk birini bulmak gerekiyordu.
Abdülmuttalib, bunu bulmada gecikmedi. Benî Zühre kabilesinin
büyüğü Vehb bin Abd-i Menâf’ın yanına vararak, kızı Âmine’yi
oğlu Abdullah’a istediğini söyledi. Vehb, teklifi memnuniyet ve
sevinçle karşıladı. Sonra da şöyle konuştu:
"Ey amcamoğlu! Biz bu teklifi sizden önce aldık. Âmine’nin
annesi, geçenlerde bir rüyâ görmüştü. Anlattığına göre, evimize
bir nur girmiş. Aydınlığı yerleri ve gökleri tutmuş. Ben de bu
gece rüyâmda, dedemiz İbrahim’i (a.s.) gördüm. Bana,
‘Abdülmuttalib’in oğlu Abdullah’la kızın Âmine’nin nikâhlarını
ben kıydım. Sen de onu kabul et’ dedi. Bugün sabahtan beri bu
rüyânın tesiri altındaydım. ‘Acaba ne zaman gelecekler?’ diye
kendi kendime sorup duruyordum."
Bunları duyan Abdülmuttalib sevincinden, "Allahü ekber, Allahü
ekber!" diyerek tekbir getirdi.
Vehb’in kızı Âmine hem güzellik, hem ahlâk, hem de nesep
itibariyle Kureyş kızları arasında en yüksek mevkie sahipti. Her
hususta Abdullah’a denkti ve henüz 14 yaşlarında bulunuyordu.
Abdullah ise bu sırada 4 yaşlarında idi. Kısa zamanda düğün
yapıldı ve Kâinatın Efendisini dünyaya getirecek mes’ud âile
yuvası kuruldu.1
Evliliklerinin üzerinden henüz birkaç hafta geçmişti ki, birçok
kimsenin fark ettiği garip bir durum oldu. Hz. Abdullah’ın
yüzündeki nur, Hz. Âmine’nin alnında parlamaya başladı. Demek
ki, artık Hazret-i Âmine, Kâinatın Efendisine hamile idi.
Hz. Abdullah’ın vefatı
Evliliklerinin ilk ayları dolmuştu. Hazret-i Abdullah bir
ticaret kervanına katılarak Suriye’ye gitti. Gidiş o gidiş oldu.
Hz. Abdullah bir daha Mekke’ye dönmedi. Aylar sonra Mekke’ye
dönen ticaret kervanı arasında Hz. Abdullah yoktu. Sadece acı
haberi vardı.
Hz. Abdullah, ticaret yolculuğundan dönüşte, Medine’de
hastalanmıştı. Ve onu orada dayılarının yanına bırakmışlardı. Bu
haberi alan Abdülmuttalib derhal oğlu Hâris’i Medine’ye
gönderdi. Hâris, Medine’ye varıncaya kadar herşey olup bitmişti.
Hz. Abdullah, Kâinatın Efendisi oğlunun yüzünü bir kerecik olsun
görmeden ebedî âleme göç etmişti ve orada Adiyy bin
Neccaroğullarından Nabiğa’nın evinin avlusuna defnedilmişti.
Hâris, bu acı haberi alıp Mekke’ye getirdi. Mekke bir anda mâtem
havasına büründü. Genç ihtiyar, küçük büyük arasında fark
gözetmeyen ölümün, Abdullah’ı bu genç yaşta, beklenmedik bir
zamanda sinesine alışı, Abdülmuttalib âilesini derin bir
üzüntüye boğdu. Mekke halkı da gözyaşlarıyla onların teessürüne
iştirak etti. Hele, henüz genç bir gelin olan Hz. Âmine’nin
teessürünü tarif etmek imkânsızdı. Haberi duyduğu andan itibaren
bir mum gibi erimeye yüz tuttu. Günlerce gözyaşlarını tutamadı:
ağladı, ağladı, ağladı… O ağlarken, bütün insanlığın gözyaşını
beraberinde getireceği nur ile silecek ve acılarını dindirecek
zâtın dünyaya gelişine ise, iki ay gibi kısa bir zaman kalmıştı.
Hazret-i Âmine hâdiseden duyduğu derin üzüntüyü gözyaşları
arasında şiirinde şöyle dile getirdi:
"Artık, Mekke’nin Bethâ kolu Hâşimoğullarından boş kaldı. Mekke,
Hâşimoğullarının şânından mahrum kalacak artık.
"Ölüm dâvetine uyarak, evinden örtüler ve kefenler içinde çıkıp,
kabre gitti.
"Ölümün (yeryüzünde yıllarca dolaşıp dursa) insanlar arasında,
Hâşimoğlu gibi bir yiğit bulup, boşluğunu dolduramaz.
"Dostları onun tabutunu taşımak için koşuştular, onu elden ele
alıp götürdüler.
"Ne yazık ki, ecel hiç beklenmedik bir zamanda onu çekip kendine
aldı. Halbuki, o, ne kadar güzel, ne kadar cömert ve ne kadar da
merhametli biri idi."1
Hz. Abdullah’ın bıraktığı miras
Hz. Abdullah, yeni evliydi. İstikbalini temine yeni yeni
hazırlanırken dünyaya gözlerini yummuştu. Bu sebeple maddi
plânda geride son derece mütevazi bir miras bıraktı: Ümmü Eymen
Bereke adında, Kâinatın Efendisini çok seven bir câriye, beş
deve, birkaç koyun, bir kılıç ve bir miktar da gümüş para.2
Fakat geriye Allah’ın lütfuyla iki cihanın güneşi olacak hayırlı
bir evlâd bıraktı. Nuruyla âlemi aydıntalacak bir zat: Kâinatın
Efendisi Hazret-i Muhammed (a.s.m.).
Fil Vak’ası
Hidâyet Güneşinin doğmasına az bir zaman kalmıştı. Kâbe’ye her
taraftan insanlar akın akın gelip hac mevsiminde ziyâret
ediyorlardı. Kâbenin bu kadar çok ziyaretçi toplamasını birtakım
kimseler hazmedemiyor ve rahatsızlık duyuyorlardı. Bunlardan
biri de, Habeş Melikinin Yemen valisi Ebrehe Eşrem idi.
Ebrehe, Kâbe’ye olan insan akınını önlemek için, Bizans
İmparatorunun da yardımıyla önce San’a şehrinde Kulleys adında
bir kilise yaptırdı. İçini büyük masraflar sonucu altın ve
gümüşle süsledi. Dışını çeşitli yerlerden getirttiği son derece
kıymetli taşlarla donattı. Öyle ki, o anda yaptırdığı kilisenin
bir benzeri başka bir yerde yoktu.
Bu süs ve tezyînat ile, Ebrehe, güyâ halkı buraya celbedecekti.
Dolayısıyla Kâbe’ye karşı gösterilen muazzam teveccühü aklınca
kırmış olacaktı. Ebrehe, kilisenin inşası bittikten sonra, Habeş
hükümdarına takdirini kazanmak niyetiyle de şu mektubu yazdı:
"Hükümdarım, senin için öyle bir mabed yaptırdım ki, şimdiye
kadar ne bir Arap, ne de bir Acem onun gibisini yapmış değildir.
Arapların haccını buraya çevirmedikçe de asla durmayacağım."1
Fakat Ebrehe’nin bütün bu masraf ve gayretleri boşa çıktı.
Yaptırdığı kilisenin müstesna tezyinatını ve muhteşem yapısını
görmek için birçok kimse etraftan geldi. Ama sadece süsünü,
püsünü görmek için. Kâbe’ye olan akın, yine eskisi gibi,
eksilmek şöyle dursun, artarak devam ediyordu.
Kulleys’in kirletilmesi ve Ebrehe’nin kararı
Ebrehe’nin, Kâbe’ye olan teveccühü kırmak niyetiyle muhteşem bir
kilise yaptırdığı Araplarca da duyulmuştu. Bu arada Kinane
kabilesinden Nevfel adında biri, bu kiliseyi kirletmeyi aklına
koydu. Bir gece yarısı giderek Kulleys’in içini, dışını
pisliğiyle kirletti. Sonra da kaçıp memleketine döndü. Bu
hâdise, insanların Kâbe’ye teveccühünün devam etmesinden
fazlasıyla öfkelenmiş bulunan Ebrehe’yi bütün bütün çileden
çıkardı. Hâdiseyi Araplardan birinin yaptığını da öğrenince,
"Araplar bunu Kâbe’lerinden yüz çevirttiğim için yapıyorlar. Ben
de onların Kâbe’sinde taş üstünde taş bırakmayacağım" diye yemin
etti.1
Sonra da Kâbe’yi yıkmak gayesiyle Mekke üzerine yürümeye
hazırlandı. Habeş Necaşîsinden "Mahmud" adındaki meşhur fili
istedi. Necaşî, o sırada dünyada büyüklük ve kuvvetçe eşsiz olan
"Mahmut" isimli fili, Ebrehe’ye göndererek arzusunu yerine
getirdi.2
Ebrehe ordusunu hazırladı. Mekke’ye doğru yola çıktı. Mahmud
adlı fil ile ordunun önünde Mekke’ye doğru ilerliyordu. Bu arada
bazı Arap kabileleri bu büyük orduya karşı çıktılar. Fakat
muvaffakiyet gösteremediler ve Ebrehe tarafından mağlûp
edildiler.
Ebrehe, ordusuyla, Mekke’ye yakın Muğammis denilen mevkie
gelince, bir süvari birliğini öncü olarak gönderdi. Süvari
birliği Mekke civarına kadar sokularak, Resûl-i Ekrem
Efendimizin dedesi Abdülmuttalib’in iki yüz devesi de dahil,
Kureyş ve Tihâmelilerin sürülerini gasbetti.3 Bu sırada,
Abdülmuttalib, Kureyş kabilesinin reisi idi.
Ebrehe ve Abdülmuttalib
Ebrehe, bir elçi ile Kureyşlilere şu haberi gönderdi:
"Ben sizinle harbetmek için değil, şu mâbedi yıkmak için geldim.
Eğer bana karşı koymazsanız, kanınızı akıtmaktan vazgeçerim.
Şâyet, Kureyş kabilesinin reisi benimle harb etmek istemiyorsa,
yanıma kadar gelsin."4
Kureyş Reisi Abdülmuttalib’in elçiye cevabı şu oldu:
"Allah adına yemin ederiz ki, biz kendisi ile harb etmek
istemiyoruz. Zaten buna gücümüz de yetmez. Yalnız, bu mâbed
Allah’ın evidir. Onu yıkılmaktan ancak Allah koruyabilir. O
kendi mukaddes beytini muhafaza etmezse, bizde Ebrehe’yi bu
hareketinden vaz geçirecek güç ve kuvvet yoktur."1
Karşılıklı bu konuşmadan sonra Abdülmuttalib, elçi ile birlikte
Ebrehe’nin yanına vardı. Abdülmuttalib heybetli bir görünüşe
sahipti. Onu bu haliyle gören Ebrehe, içinden kendisine karşı
gayr-i ihtiyarî bir hürmet hissi duydu. Ona, şerefli bir misafir
muamelesinde bulunduktan sonra, arzusunun ne olduğunu sordu.
Abdülmuttalib isteğini belirtti:
"Askerlerin, iki yüz devemi almıştır. Arzum, develerimin
iadesidir."
Ebrehe, bundan pek hoşlanmadı ve alaylı bir tavırla, "Seni
görünce büyük bir adam zannetmiştim. Konuşmaya başlayınca pek de
öyle olmadığını anladım. Ben senin ve atalarının tapınağı olan
Kâbe’yi yıkmaya gelmişken, sen ondan söz etmiyorsun da, aldığım
iki yüz deveden bahsediyorsun" diye konuştu.
Abdülmuttalib, Ebrehe’nin alaylı tavrına aldırmadan, "Ben
develerimin sahibiyim. Kâbe’nin de bir sahibi ve koruyucu
vardır. Elbette onu koruyacaktır" diye karşılık verdi.
Bu sözler Ebrehe’yi hiddete getirdi ve şöyle konuştu:
"Onu bana karşı kimse koruyamaz!"
Abdülmuttalib yine sözün altında kalmadı ve, "Orası beni
ilgilendirmez. İşte sen ve işte o!"2 dedi.
Karşılıklı bu konuşmalardan sonra, Ebrehe, Abdülmuttalib’in
gasbedilen develerini geri verdi. Abdülmuttalib ordugâhı terk
ederek Mekke’ye geldi ve olup bitenleri Kureyşlilere anlattı.
Ayrıca iki yüz deveyi de Allah için kurban etmek üzere
işâretleyerek serbest bıraktı.
Mekke boşaltılıyor
Abdülmuttalib, ayrıca Ebrehe ordusunun şerrinden ve zulmünden
korunmak için Mekke’yi boşaltmalarını halka tavsiye etti.
Kendisi de birkaç kişiyle birlikte Kâbe’nin yanına vardı ve
kapının halkasına yapışarak, "Allah’ım! Bir kul dahi evini,
barkını korur. Sen de kendi evini koru. Tâ ki, yarın onların
salîpleri ve kuvvetleri senin kuvvetine galebe çalmasın"1 diye
dua etti.
Mekke boşaltıldı. Halk, dağ başlarına ve kuytu yerlere
sığınarak, Ebrehe ordusunun yapacaklarını beklemeye koyuldu.
Mekke mahzûn, Kâbe mahzûn, Kureyş mahzûndu.
Ordu harekete hazır, fakat…
Ertesi günün sabahı idi. Mekke üzerine yürüyüp, Kâbe’yi yerle
bir etmek için Ebrehe ordusunda hazırlık tamamdı. Ordu bir tek
işâret beklemekte idi.
Tarih, Milâdî 571, 17 Muharrem Pazar günü…
Ordu hareket edeceği sırada, Ebrehe’ye kılavuzluk görevini
üzerine almış bulunan Nüfeyl bin Habib adındaki adam, büyük fil
Mahmud’un kulağına eğilerek şunları fısıldadı:
"Çök Mahmud! Sağ sâlim geldiğin yere dön. Sen, Allah’ın mukaddes
saydığı beldedesin!"2
Bu sözleri söyledikten sonra da koşarak bir dağa sığındı.
Nüfeyl’in bu sözleri üzerine, o heybetli fil birden bire
çöküverdi. Kaldırmak için her tedbire başvurdular, fakat bir
türlü muvaffak olamadılar. Yönünü Yemen’e doğru çevirdiklerinde
koşuyor, Şam’a doğru çevirdiklerinde yine koşuyor, doğu tarafına
yönelttiklerinde aynı şekilde durmadan koşuyordu. Ancak, yüzünü
Mekke’ye doğru çevirdiklerinde, âdetâ bacaklarındaki kuvvet
birden bire çekiliveriyor ve Mahmud çöküveriyordu.1
Bu heyecanlı anda, kimsenin fil-i Mahmud’un bu hareketine akıl
erdiremeyip düşündüğü sırada, Cenâb-ı Hak, celâl ile tecellî
etti ve Kur’ân’da "Ebabîl" diye adlandırılan kuşları deniz
tarafından Ebrehe ordusunun üzerine salıverdi. Kırlangıçlara
benzeyen bu kuşların herbiri, biri ağzında, ikisi de ayaklarında
olmak üzere nohut veya mercimek tanesi büyüklüğünde üçer taş
taşıyordu. Bu taşların isabet ettiği her asker, anında yerde
debelenip, ölüveriyordu.2
Taş yağmuru ile karşı karşıya kalan askerler şaşırıp kaldılar.
Bir anda karargâh, yıkılan, yere serilen insan ve hayvanlarla
doldu. Kendilerine taş isabet etmeyenler ise, kaçışmaya
başladılar. Ebrehe de o anda canlarını zor kurtaranlar arasında
idi. Fakat, aldığı bir taş yarası ile sonradan o da arzusuna
muvaffak olamadan ölüp gitti.3
Bu arada, Kâbe üzerine yürümemenin bir mükâfatı olarak Mahmud
adındaki fil de sağ kurtuldu.
Cenâb-ı Hak, Ebrehe ordusuna Ebabîl kuşlarını musallat ettikten
sonra, ayrıca arkasından sel halinde yağmur yağdırdı. Yağmur
seli, Ebrehe ordusunun ölülerini de silip süpürerek denize
döktü.4
Yüce Rabbimiz, Kur’ân-ı Kerîminde bu hâdiseyi bize şöyle haber
verir:
"Rabbinin fil sahiplerine ne yaptığını görmedin mi?
"Onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?
"Üzerlerine bölük bölük kuşlar gönderdi.
"Onlara ateşte pişirilmiş taşlar attılar.
"Rabbin onları yenilmiş ekin çöplerine çevirdi."1
Bu hâdise, Resûl-i Ekrem Efendimizin peygamberliğinin bir delili
idi.2 Zira dünyaya gözlerini açmaya pek az bir zaman kala
meydana gelmiş ve doğum yeri, sevgili vatanı ve kıblesi olan
Mekke ve Kâbe-i Muazzama harika ve gaybî bir surette Ebrehe
ordusunun tahribinden masûn kalmıştır.
Evet, Cenâb-ı Hakkın rahmet ve hikmeti, elbette Habibinin yüzü
suyu hürmetine bu muazzam mâbedi Ebrehe ordusuna çiğnetmeye
müsaade etmezdi ve etmedi de. |