LÂİKLİK
Dünyevî talebi bulunmayan, yani şeriatini hâkim
kılmak, şeriatine uygun hukuk, iktisat, ahlâk, devlet, sosyal
hayat, toplumlararası ya da devletlerarası ilişkileri bulunan
bir sistemi hâkim kılmak ve bunu insanlığın istifadesine sunmak
talebi, gayreti, cehd ve cihâdı olmayan bir İslâm, yani tevhidi
Allah'ı bir tanımaya indirgemiş ve diğer yönleriyle içi tümüyle
boşaltılmış, hıristiyanvari bir kimliğe büründürülmüş; dünyayı
Sezarlara, tiranlara, tâğutlara, lâiklere, demokratlara terk
etmiş bir İslâm anlayışı, teori olarak topluma kabul
ettirilmekte ve pratikte gerçek dinin hâkim olmasına müsaade
edilmemektedir. Câmileri kiliseye, Diyânet memuru imamları
papaza, hayata bakışı hıristiyanlığa benzetilen bir din... Böyle
bir İslâm, Allah'ın dini olan İslâm değildir. Böyle bir İslâm'ın
Allah'ın Rasûlüne gönderdiği ve sahih olarak bize kadar
nakledilerek gelmiş İslâm'la ilgisi yoktur. Böyle bir İslâm'ın,
adından başka İslâm'la en ufak bir ilgisi bulunamaz. Ancak, "her
türlü sapıklık ve saptırmaya rağmen, Allah'ın Dini'ni doğru
olarak anlayan ve doğru şekilde ortaya koyan bir kesimin
kıyâmete kadar varlığını sürdüreceğini, onlara muhâlefet
edenlerin, hak yol üzere bulunan bu kesime asla zarar
vermeyeceğini" müjdelemektedir Yüce Peygamberimiz. Allah'tan, bu
hayırlı zümreyi her geçen gün güçlü kılmasını ve bizleri
bunlardan eylemesini niyaz ederiz.
Hıristiyanlık, Bizansın resmî dini haline gelip devlet dini
haline dönüşünce, Hz. İsa hakkında uydurulan ve tahrif edilmiş
İncil'e geçirilen: "Sezar'ın hakkını Sezar'a, Tanrının hakkını
da Tanrıya veriniz" cümlesinde ifadesini bulan anlayış, insanı
iki efendili ve iki efendisinin de buyruklarını yerine getirmek
zorunda bulunan, efendilerinin buyrukları çatıştığında duruma
göre birisini tercih etmek gibi oldukça zor ve hatta riyâkârca
ya da ciddiyetsizce tutumlara mahkûm eden bir hal almıştı.
Tevhidden teslise, adâletten zulme dönen Kilisenin tahakküm ve
saltanatı giderek güçlenmişti. İşte Kiliseye karşı, Kilisenin
zulüm ve zorbalığına karşı ayaklanan insanların tavırları
lâiklikle izah edilmeye başlandı.
Uzun tarihî süreç ve her türlü olumsuz gelişmenin sonucu olarak;
insanın hayatın her alanında ve tüm ilişkilerinde dini dışlamayı
ve dini yalnızca vicdana hapsederek o çerçeve içerisinde kalması
şartıyla dine saygılı olduğunu ifade etmek erdemliliğini (!)
esirgemeyecek hale gelmiştir. İşte "lâiklik" denilen şey budur.
"Lâik" (laic), din adamları sınıfı dışında kalan; "lâiklik" de,
dinin ya da din adamları sınıfının devletteki nüfuz ve
etkinliğini uzaklaştırmayı esas alan siyasal düzen demektir. İlk
anda lâiklik, yalnızca siyasal boyutu olan bir yaklaşım olarak
görülüyorsa da, herhangi bir düzen ve sistemin tek boyutlu
olarak pratikte var olmasına, varlığını sürdürmesine imkân
yoktur. İnsan, ruh ve bedeniyle, düşünce ve duygularıyla, yapıp
ettikleriyle, zaaf ve meziyetleriyle, iç dünyası ve bu
dünyasının kâinat ile olan ilişkileriyle, fert olarak ahlâkî,
siyasî, fikrî ve amelî bütün ilişki ve yaklaşımlarıyla, ruhu ve
kalbiyle, aklı ve vicdanıyla bir bütündür. Bu bütünün, hikmeti
sonsuz Yaratıcımız'ın takdiri gereği kendi arasında muazzam bir
dengesi, bir âhengi vardır.
İnsanın güç ve imkânlarının değişik alanlar olarak görülüp
farklı mekân, makam ve güçler arasında paylaştırılması, insanın
görünmeyen keskin bir kılıçla biçilmesi, bölünmesi anlamına
gelir; insandaki tevhidi bozar. Bununla birlikte böyle bir
bölünmenin sonsuza kadar bu şekilde kalmasına imkân
görünmemektedir. Yani böyle bölük pörçük bir hayat ve böyle bir
anlayış fıtrî değildir. Lâiklik, tezine uygun olarak dinin
siyaset alanından uzaklaştırılmasının akabinde, insanın
eğitiminde, ahlâkî ve siyasî ilişkilerinde, bunları düzenleyen
hukukunda, kâinat ve hayat yorumunda, bilime yaklaşımda,
sanatsal ve edebî yorumlarında... da ister istemez kendisini
gösterecektir. Yani, bütün bu ilişkiler ve ilişkilerin dayandığı
her türlü kurum da zorunlu olarak temel alınan bu siyasal teze
uygun şekil alacaktır.
Çünkü insanın bir bölümünü dünyevî saltanat ve siyasal
otoritenin simgesi demek olan "Sezar"a teslim ederken; bunun
dışında kalanını -artık ne kalıyorsa- Tanrıya teslim edip bu
diğer bölümünün ilişkilerini onun buyruklarına göre düzenlemeye
kalkışmasının imkânı yoktur. İnsan, bütünüyle ve her türlü
ilişkisiyle, tek bir otoriteye teslim olmak zorundadır. Bunu
ister açıkça ifade etsin, isterse de etmesin; ister durumun
böyle olduğunun farkında olsun, isterse de olmasın, değişen bir
şey olmaz. Yani "insanın içinde iki ayrı kalp olmadığı" (33/Ahzâb,
4) gibi, onun hayatında da iki efendiye, iki zıt otoriteye yer
yoktur. İnsanın fiilen böyle bir kaos yaşamaya tahammülü
olmadığından, pratikte de buna imkân olmadığından dolayı, dinin
hayatın herhangi bir alanından uzaklaştırılmaya çalışılması,
zamanla dinin hayatta en ufak bir fonksiyon icrâ etmemesi
sonucuna kadar varmıştır. Hıristiyanlığın tarihi, bu iddianın
tartışılmaz bir delili olduğu gibi, günümüz "İslâm dünyası" adı
verilen ülkelerin durumu da bunun açık bir delilini teşkil
etmektedir. Şöyle ki: Bu dünyada yer alan ülkelerin büyük bir
çoğunluğunda lâik uygulamalar söz konusudur. Bunun resmiyette
böyle olup olmaması, esas itibarıyla pratikte ciddî farklılıklar
ortaya çıkarmamaktadır. Bu lâik uygulamaların söz konusu olduğu
ülkelerde yaşayan insanların önemli bir bölümü, egemen düzeni ve
uygulamalarını, onun benimsediği ve telkin ettiği dünya ve hayat
görüşünü kabul edip onaylamakta, buna bağlı olarak, dinin emir
ve hükümlerini umursamayan bir hayat sürdürmektedir.
Bunlardan ayrı olarak, kendilerine dayatılan bu düzeni hiçbir
şekilde benimsemeyen, kendi irâde ve istekleriyle düzenin hiçbir
kural ve hükmünü yerine getirmemeye çalışan, içten gelen bir
istekle itaat etmeyen ve boyun eğmeyen, aslı itibarıyla düzen
karşıtı ya da muhâlifi büyük kitleler vardır. Bu kitleler, şu ya
da bu şekilde lâikliği reddeden söylemlerini herhangi bir
şekilde ifade etmeye kalkıştıkları takdirde egemen düzenin yasal
olsun olmasın her türlü engellemesine, zulüm ve terörüne,
cezalandırmalarına, komplolarına, işkence ve her çeşit
zulümlerine -kurulu düzeni korumak ve lâikliğin elden gitmemesi
adına- mâruz bırakılmak-tadırlar. Kısacası, bu ülkelerde egemen
düzenlerin baskı ve terörü altında yaşayan müslümanlar,
pratiklerinde din ve dünya işlerini ayrı ayrı ele alıp
değerlendirmemektedirler. Çünkü buna imkân yoktur. Devletler ve
yönetimler de yalnızca devlet yönetimini dinin müdâhalesi
dışında bırakmakla yetinmemekte, aksine, yeri geldikçe, gerek
gördükçe dine müdâhale etmekte, dini kontrol altına almaya,
yönlendirmeye çalışmaktadırlar.
Lâikliği temel alarak, şöyle bir itiraz ileri sürülebilir:
"Lâiklik zaten insanların ferdî hayatlarına karışmamaktadır.
Lâiklik denilen şey, yalnızca dinin siyasal alandan
uzaklaştırılmasını hedef alır. Dolayısıyla ferdî planda kişinin
dinin esaslarına riâyet etmesi ile etmemesi arasında lâiklik
açısından bir fark bulunmamaktadır." Bu itiraza cevap şudur:
Zaten lâikliğin çıkmazı ve bütün lâik ve beşerî düzenlerin göz
önünde bulunduramadığı, dikkatten uzak tuttuğu nokta budur.
İnsan her şeyiyle hatta insan ve evren birlikte âhenkli bir
bütün teşkil etmektedir. Siz bu bütünü ayırıp farklı
otoritelerin emrine vermeye kalkışacak olursanız, ayrılmaması
gerekeni ayırmış, bölünmemesi gerekeni bölmüş olursunuz. Üstelik
bu bölme ve ayırmanın pratikte gerçekleştirilmesinin imkânı
yoktur. Ya sizin bu ayırmanız fıtrata ve eşyanın tabiatına
aykırı olduğu için havada, temelsiz bir iddia olarak kalacaktır,
ya da pratikte ortaya çıkan durum ile iddia arasında bir
tutarsızlık olacaktır. Söz konusu tutarsızlık ise, fiilî durumun
kastı aşması, hatta onu geride bırakması şeklinde ortaya çıkar.
Lâik tezin uygulaması siyasal alanı aşarak eğitim alanına,
hukukî, iktisadî, ahlâkî alana da taşacak, insan, hayat ve
kâinat yorumunu, sanat ve estetik anlayışını, yönelişlerini
belirlemeye kalkışacaktır.
O halde lâikliğin yalnızca siyasal bir çerçeve ve boyutunun
bulunduğunu ileri sürmek, eğer bir kandırmaca değilse, asılsız
bir iddiadan öte değildir. Sözün burasında ister istemez şunu da
hatırlıyoruz: Lâiklik, esas itibarıyla; din, akîde, düzen ve
sosyal hayatın tümüyle Allah'tan alınması tezini teklif ve
emreden İslâm'ın tam karşısında yer almaktadır. Lâiklik,
Allah'tan başka varlıkların ulûhiyetini esas alan bir anlayış ve
bir sistem olduğu halde; lâikliğin dinsizlik anlamına
gelemeyeceğini söyleyerek, hem lâikliğin anlamını kaydıran, hem
de işin içyüzünü bilmeyenlere sevdiren yaklaşımlar ve yorumlarla
asıl lâikliğin İslâm'da olduğunu ileri süren ve bunun için
birtakım âyetleri hiç de ilgisi olmadığı halde delil diye
gösterenler İslâm'ı saptırmakta, Hak Din'i tâğutî düzene koltuk
değneği yapmaktadır. Bu iki zıddın birleşebileceğini, bir
kimsenin hem lâik hem de müslüman olabileceğini iddia eden
bazıları da müslümanları kendi siyasî yaklaşım ve emelleri
doğrultusunda yönlendirmeye gayret etmekte, yani kurulu düzenin
İslâm'la çatışan bir düzen olduğunun fark edilmemesini sağlamaya
çalışmaktadır.
Lâiklik, esas itibarıyla şeytana ibâdetin genel adıdır. İslâm'ın
ya da Allah'a ibâdet yolunun tam karşıtı ve İslâm dışı bütün
beşerî sistemlerin ortak bir adıdır. İslâm dini dışında kalan ve
Allah tarafından asla kabul edilmeyecek olan bâtıl dinlerin bir
diğer ünvanıdır. Bu bakış açısıyla konuya baktığımızda, lâik
düşüncenin kendisinin karşıtı olarak kabul ettiği ve din
adamları sınıfının ya da bir hükümdarın yönetimi altındaki
insanların, Allah'ın indirdiği şeriat dışında, kendi hevâsını
tanrının irâdesi olarak telkin eden, kabul ettiren ve dayatan
sistem olan "teokrasi" de bâtıl bir dindir ve sonuç itibarıyla
şeytana ibâdetin birçok türünden bir çeşittir. Bu bakımdan
teokrasi de Kur'ân-ı Kerim gözüyle lâiklikle ve diğer bütün
bâtıl din ve rejimlerle aynı kefededir. Teokrasi, kendini ilâh
sayan veya tanrıların temsilcisi olarak görenlerin idaresidir.
Meselâ Firavunların idaresi, teokrasidir. Lâiklik, teokrasiye
alternatif olarak ortaya çıkmış olsa da, aslında her ikisi de
temelde aynı kaynağa, insanı tanrılaştırmaya dayanmaktadır.
Kur'ân, inanılan düzenin pratiğe yansımasını "ibâdet" diye
adlandırmakta ve ibâdetin de ya Yüce Allah'a ya da O'ndan başka
kime yapılırsa yapılsın, sonuçta şeytana yapılmış olacağını
gayet açık ve en ufak bir te'vile yer bırakmayacak şekilde ifade
etmektedir. Cennetlikler cennete, günahkârlar da cehenneme
girdikten sonra Yüce Allah, cehennemliklere azarlayıcı bir
üslûpla şu şekilde hitap edeceğini bildirmektedir: "Ey
Âdemoğulları, Ben size; 'şeytana tapmayın, çünkü o sizin apaçık
bir düşmanınızdır, yalnız Bana ibâdet edin; işte dosdoğru yol
budur' diye açıklamamış mıydım?" (36/Yâsin, 60-61) Lâiklik de,
diğer beşerî rejimler gibi şeytana ibâdet yollarından bir
yoldur. Müslüman ise, "dini yalnızca Allah'a hâlis kılmakla ve
yalnızca Allah'a ibâdet etmekle" (98/Beyyine; 5, 39/Zümer, 2-5)
yükümlüdür.
Günümüzdeki lâiklerle Mekke devrindeki câhiliyye mensubu
insanlar arasında temelde pek bir fark yoktur. Çağdaş lâikler,
14 asır önceki müşriklerin halefleridir. "Onlara: 'Allah'ın
indirdiğine ve Rasûlüne gelin' denildiğinde onlar: 'Atalarımızı
üzerinde bulduğumuz yol bize yeter' derler. Ya ataları hiçbir
şey bilmeyen ve doğru yolda gitmeyen kimseler idiyseler de mi?"
(5/Mâide, 104) Görüldüğü gibi, tavır ve yaklaşımlar arasında,
günümüzdeki atalar ile câhiliyye Araplarının atalarının izini
takip etme anlayışında fark yok. Değişen yalnızca yasaların
konusu olan objeler ile bu yasaların konuluş şekli. Câhiliyye
dönemi müşrikleri bir ya da birkaç kişiden ibaret olan
atalarının izinden gitmekte ısrarlı olduklarını belirtirlerken,
çağdaş câhilî lâikler ise, yasamalarının alanını alabildiğine
geniş tutmaktadırlar. Zaman zaman atalarının yolunun
izlenmesinin gerektiğinden söz etseler bile, halk irâdesinden,
demokrasiden, hukukun üstünlüğünden, hukuk devletinden,
parlamenter sistemden... dem vurmayı ihmal etmezler.
Hayat ve inanç düzeni bir bütündür. İnanç düzenini vicdana
hapsedip bırakmanın imkânı yoktur. İnanç elbette hayatı da
düzenleme safhasına er ya da geç mutlaka geçer. İnsanların fert
ve toplum olarak inançlarıyla bağdaşmayan bir hayat
sürdürmelerine imkân yoktur. İnsan, ya inandığı gibi yaşayacak
veya yaşadığı gibi inanacaktır; üçüncü bir yol yoktur. Bu, böyle
olduğu gibi, hayatın belirli alanlarını belirli güçlerin
emirlerine terk etmemiz ve bunun âhenkli bir şekilde sürüp
gitmesini beklememiz mantıkla da bağdaşmaz. Fıtrata aykırı bir
beklentidir bu. Nasıl ki kâinatta Allah'tan başka bir ilâh
bulunsaydı, göklerin ve yerin düzeni bozulacaktı, ya da bu
ilâhlar birbirlerine gâlip gelmeye çalışacaktı. (23/Mü'minûn,
91; 21/Enbiyâ, 22) Aynı şekilde insan, hayatını da Sezar ile
Tanrı arasında paylaştırmaya kalkışıp birisine dünyayı, öbürüne
dini teslim etmeye, birisini vicdana ve câminin dört duvarı
arasına hapsetmeye kalkışırken; diğerine de bütün alanlarıyla,
hatta hayat ve kâinat yorumları, dünya görüşleriyle birlikte
dünya hayatını verecek olursa, hiçbir şey yerli yerinde kalmaz,
kalamaz.
Kimi zaman vicdanî kanaat ve câmide ortaya çıkan Allah'ın
hâkimiyeti, o mü'minler tarafından hayatın her alanında aynı
şekilde hâkim kılınmak istenecektir. Çünkü inancı ve dört duvar
arasında yaptığı ibâdeti ona bunu emretmektedir. O, câmide
ibâdet ettiği Allah'a aynı şekilde câmi dışında da itaat etmek
zorunda olduğunu, bütün beşerî otoriteleri redetmekle yükümlü
olduğunu, namazından, câmiden, kalbindeki vicdanî kanaatinden ya
da imanından, Kur'ân'ından, mutlak doğru söylediğine ve doğruyu
getirdiğine iman ettiği peygamberinden öğrenmektedir. Kimi zaman
da Sezar'ın ifadesi olan devlet, kendisi için belirlenen alanla
ister istemez yetinmeyecek, vicdanî kanaat ve ibâdetlerin
kendisi açısından tehlike arzeden bir hale geldiğini sezerek
mantığına uygun müdâhalelerde, hatta çeşitli engellemelerde
bulunacaktır. Ayrıca, kendi anlayış ve kanaatlerine uygun olarak
kurumlarını şekillendirecek, bu kurumlarda irâdesine aykırı
herhangi bir uygulama olmamasına, eğitim sisteminden ve hatta
emrindeki câmi görevlilerinden kendi lâik anlayışına ters
insanlar yetişmemesine de dikkat edecektir. Yani Sezar,
Sezarlığının herhangi bir şekilde tehlikeye düşmemesi, sonunu
hazırlayacak herhangi bir gelişmenin olmaması için elinden gelen
her türlü tedbire başvurmayı ihmal etmeyecektir. Toplumun
lâikliğe ters bir şekilde örgütlenmesine, yapılanmasına fırsat
tanımadığı gibi, fertlerin de egemen lâik düzeni her şeyiyle
benimseyen kişiler olarak yetişmesini sağlamaya çalışacaktır.
Bütün bunların anlamı şudur: İnsanlar kendi irâdeleriyle
inançlarını seçme imkânına erişemeyeceklerdir. Kendilerine
dayatılan düzeni seçmekten başka ciddî bir alternatife sahip
olmayacaklardır. Bu ise, lâik düzenlerin dillerinden
düşürmedikleri "fikir ve inanç özgürlüğü"nün, temeli olmayan,
pratikte varlığından söz edilemeyen salt bir iddiadan ibaret
olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim, lâik düzenlerin
yakın ve uzak geçmişteki uygulamaları ile halihazırdaki lâik
sistemlerin tümünün Müslüman-lara, inandığı gibi yaşamak
isteyenlere yaptıkları uygulamalar, baskılar, bütün boyutlarıyla
açık ve gizli devlet terörü bunun açık bir göstergesidir.
İnsanın kalbinde, kafasında yer eden inanç ile yaşadığı hayat
arasında mutlaka bir uyum sağlamak ve bunun arayışı içerisinde
olmak, insan olmanın bir gereğidir. Lâikliğin Sezar ve Tanrı
ikilemi, fıtrata ve eşyanın tabiatına aykırıdır. O nedenle
insanı böyle bir ikilemle karşı karşıya bırakmak, insanın
insanlığına zulümdür. Âdil olan, insanın Kur'ân-ı Kerim'in
açıkça ifade ettiği şekilde, iman ve küfürden istediği birisini
tercih edebilecek hür bir ortamda bulunmasıdır, bunun
sağlanmasıdır. İşte "dinde zorlama yoktur" hükmünün anlamı
budur. Zaten bu ifadenin akabinde, "artık, doğru yol ile eğri
yol birbirinden açık seçik bir şekilde ayırdedilecek hale
gelmiştir." (2/Bakara, 256) diye buyurulması da net bir şekilde
bunu ifade etmektedir.
Hükmetmek hakkı Yaratanındır. Her şeyin yaratıcısı olan Allah,
aynı zamanda yarattığı her şeyin varlığını sürdürmesi için
gerekli kanunları da koymuş bulunmaktadır. İnsanlar ve cinler
gibi mükellef yaratıkların dışında kalan bütün varlıklar,
Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu yasalara ister istemez
uymakta, Allah'ın kendileri için belirlemiş olduğu bu değişmez
kanunların (sünnetullahın) dışına hiçbir şekilde çıkmamaktadır.
İnsan ise, zaman zaman Allah'ın kendisi için tayin ettiği ve
irâdesini ona uymak doğrultusunda kullanmasını, tercih etmesini
istediği şeriatinin dışına çıkmakta, şeriati hayatının her
şeyini belirleyici ve yönlendiricisi bir düstur kılmayı kabul
etmemektedir. Böylelikle insan, başka birtakım mercilerin
yasalarını, teşrîlerini kabul etmektedir. Kur'an, hukuk
belirleme konumunda başka birtakım varlıkların kabul edilmesini,
o varlıkları Allah'a şirk koşmak olarak değerlendirmektedir.
Lâik yaklaşımın tek kusuru ve biricik musîbeti, din adamları
sınıfı dışında kalanların Allah'ın şeriatine rağmen değer, yargı
ve yasalar koymalarından ibaret değildir. Lâik yaklaşım,
zihniyet ve yöntem-lerin, yaklaşım ve uygulamaların bir diğer
musîbeti ve sakıncası, siyasetin dışında bırakıldıkları kabul
edilen din adamları sınıfının da şu veya bu şekilde değer, yargı
ve yasalar koymaya kalkışmaları-dır. Lâik ülkelerdeki din
görevlilerinin devlet memuru olması, maaşlarını ve emirlerini
Sezarlardan alması, lâikliğin din-devlet ayrımı iddiasında da
samimi olmadığını göstermektedir. Dinin devlete ve hatta sosyal
hayata hâkim olmamasına aşırı titizlik gösteren lâik rejimler,
dini devletin emrine ve yönlendirmesine vermekte sakınca
görmemekteler. Bu yüzden lâik devletlerde lâik bir din, devlet
dini ortaya çıkmakta, İslâm dışı ilkelerle uyuşan, ilâhî
alanları son derece sınırlanmış, kuşa çevrilip tahrif edilmiş
bir din ortaya çıkarılmaktadır. Deve kuşu misali, din özgürlüğü
konusunda lâiklik hatırlanırken; devletin dine müdâhale etmemesi
konusunda ise, helvadan putları olan lâiklik, lâik rejimler
tarafından yenilip yutuluvermektedir. Nasıl putperest düzenlerde
put adına konuşan mâbet hizmetkârları, kâhinler ya da büyücüler,
put adına tasarruflarda bulunuyor, çeşitli yasalar, yargı ve
değerler vaz ediyor idilerse, lâik sistemlerin din adamları
sınıfı da aynı tasarruflarda bulunabilmekte, temsil ettiklerini
iddia ettikleri dinin aslî mesajı ile bağdaşmayan hükümleri,
kendi hevâ ve arzularına göre, inananlarına "din" diye takdim
edebilmektedirler.
Kur'an, din adamlarının yaptıkları bu işin, dini red edenlerin
yaptıkları işe mâhiyet itibarıyla uygunluğunu esas alarak, bunu
da Allah'ın şeriatine rağmen teşrî diye nitelendirmekte, bu
eylemde bulunmayı rablik iddiası, bu eylemleri meşrû kabul
etmeyi de din adamlarını rabb kabul etme olarak
değerlendirmektedir. "Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını ve
rahiplerini, bir de Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler.
Halbuki tek bir ilah'tan başkasına ibâdet etmekle
emrolunmamışlardı..." (9/Tevbe, 31)
Haham ve râhiplerini nasıl rabler edindiler? Onları rabb
edinmeleri sonucunda onlara ibâdet şekillerinden herhangi
birisiyle ibâdet etmedikleri muhakkaktı. Çünkü herkesin de
bildiği gibi, yahûdiler de hıristiyanlar da din adamlarının
önünde secdeye kapanmıyorlardı. İşte Adiy bin Hâtem-i Tâî (r.a)
böyle bir şey bilmediğini söyleyince, Hz. Peygamber: "Allah'ın
hükümlerine aykırı olarak bilginlerinin helâlı haram, haramı
helâl yapmalarına rağmen onlara tâbi olmalarının, bunu kabul
etmelerinin onlara ibâdet etmeleri demek olduğunu" (Tirmizî,
Tefsir (9. Sûre) 10) açıklamıştı.
İşte, Allah'ın şeriatinin tümüyle kabul edilmemesi halinde,
fesat, şirk ve inkârın belli bir alana hasredilmesine imkân
olmadığını, bu buyruklardan ve onların tanığı durumunda olan
tarihte ve günümüz-de yaşananlardan açıkça anlayabilmekteyiz.
İnsanın Allah'tan müstağnî olması, O'na şu ya da bu şekilde
muhtaç olmadığının iddiası diye de ifade edilebilecek olan
lâiklik, her bakımdan bir çıkmazdır, her yönüyle bir
tutarsızlıklar yığınıdır. Lâiklerin: "din gibi kutsal bir
değeri, siyaset gibi bir çamura bulaştırmamak gerekir"
şeklindeki dini himâye eden havârilikleri, en hafifinden bir
riyâkârlık, iki yüzlülük olarak değerlendirilmelidir. Bu
sahtekârlara demek gerekir ki: Dini dört duvar arasına ve
vicdanlara hapsetmek, onun hayata hükmetmesini engellemek, dine
yapılabilecek en büyük hakaret, ona karşı işlenebilecek en büyük
zulümdür. "Siyaset"i bir çamur görmekte gerçekten samimi iseniz,
ne diye o çamura gırtlaklarınıza kadar batmaktasınız? Çamurdan
gerçekten kurtulmak istiyorsanız, kendinizi Rahman ve Rahim olan
Allah'ın dininin şefkat ve müsâmaha, adâlet ve hakkaniyet,
fazilet ve ahlâk simgesi kucağına teslim ediniz,
kurtulursunuz...
İslâm'da Lâiklik Yoktur:
Lâiklik, geniş ve basit tanımı ile, dinin siyasal hayatın dışına
itilmesi, din adamları sınıfının devletin siyasal hayatında din
adına etkin olmalarının engellenmesi diye ifade edilecek olursa,
peşinen şunu hatırlatmamız gerekmektedir: Evvelâ İslâm'da batıda
bilinen şekliyle bir "din adamları" sınıfının varlığı sözkonusu
değildir. Dolayısıyla böyle bir sınıfın din adına siyasal
etkinliklerde bulunmalarından ve devletin siyasetinde aktif bir
rol oynamaların-dan söz edilemez. Çünkü böyle bir sınıf yok ki,
bu sınıfın icrâ edeceği fonksiyon kabul veya redde konu olsun.
İslâm inancına göre Allah her şeyi yaratandır. O, her şeyi
bilendir. İnsanı yaratan olduğu gibi, her asırda, nelere muhtaç
olduğunu, dünya ve âhirette mutlu olmasının nelere bağlı
olduğunu tam ve en kâmil anlamıyla O bilir. Dolayısıyla O'nun
insanların dünya ve âhiret mutluluğunun elde edebilmeleri için
teklif ettiği düzen olan İslâm'da, dünya ve âhirette her
bakımdan huzurlu olabilmeleri için insanların gerek
duyabilecekleri her şey vardır. Bugün için gerek duymadıkları
fakat zamanla ihtiyaç hissedecekleri şeyler de, günümüz
müslümanları tarafından bilinse de bilinmese de, ellerinde
bulunan Kur'an ve Sünnette yeteri kadarıyla mevcuttur. Kıyâmete
kadar gelecek bütün insanların ihtiyaçları için de durum, aynen
böyledir. Diğer taraftan, Kur'an'ın içeriğine gelişigüzel dahi
olsa bir göz atılacak olursa, görülür ki, Kur'ân-ı Kerim
müslümanların ibâdet ve âhiret hayatıyla ilgilendiği kadar,
dünyadaki ilişkileriyle de ilgilenmiştir. Hatta dünyevî ilişki
olarak değerlendirilen birçok alana dair açıklamaları, dinî ya
da uhrevî ya da vicdanî olmakla nitelendirilen ilişkilere
kıyasla daha etraflıdır.
Elbette İslâm, bu hükümler arasında lâik bir düşünüşün etkisi
ile ayırım yapmaz, dünya işi, âhiret işi; din işi, devlet işi
gibi ayırmaları kabul etmez. Çünkü Kur'an, bunların hepsinin
aynı şekilde ve hepsine ayırım gözetmeksizin müslümanların aynı
önemi vermelerini ve aynı gayreti göstermelerini istemiş ve
hepsini birlikte uygulamaya geçirmelerini emretmiştir. O yüzden
İslâm'da dünya işi, âhiret işi yoktur. Her şey ibâdet ve
cihaddır; ya Allah'a ya da tâğuta kulluk. Siyâseti ibâdet,
ibâdeti siyâset olan bir dindir İslâm. Dini devletten
ayırdığınızda devlet dinsiz; devleti dinden ayırdığınızda din,
devletsiz ve güçsüz olur. Dinle devlet, etle kemik gibidir.
Devlet, vücut ise, din de o vücudun canıdır, ruhudur. Bu ikisini
birbirinden ayırmak, insanı/insanlığı katletmektir, cinâyettir.
Kur'ân-ı Kerim'de, meselâ miras hükümlerine, evlenme ve
boşanmalara, alışverişe ve diğer akidlere, savaşa, suç ve
cezalara dair açıklamalar, sözgelimi namaza ve hacca dair
açıklamalara göre daha ayrıntılıdır. Ama hepsine riâyet etme
gereği, aynı titizlik ve tâvizsizlikle vurgulanmaktadır.
Kur'an'ın en azından bir defa, başından sonuna kadar ciddî bir
şekilde anlamıyla birlikte okunması, bu sözün isbatı için
yeterlidir. Durum bu iken, Kur'an'ın "Dinde zorlama yoktur"
ilkesi ile, "Sen onlar üzerinde bir zorba değilsin" gibi
buyruklarının İslâm'ın da lâikliği kabul ettiğine delil olarak
gösterilmesinin, gaflet değilse, ancak ihânetle izahı
sözkonusudur. Safça, riyâkârca veya bazılarının münâfıkça
niyetlerle bu tür delillendirmelere kalkışmasının ilmî
değerinden söz edilemez.
|